24 Eylül 2021 Cuma

 Selamün Aleyküm,


Samimiyetsiz kalem klavyeyi parmak uçlarıma aldığım şu an iki cihetten dolayı önemli; evveli; uzun zamandır girmediğim blog sayfama yeniden bir giriş yaptım, sanisi; sanılanın dışında yeni bir mevzuyu ilk defa samimiyetsiz kalemime alacağım. 

Arada sırada çalışmaktan sıkılıp sazlı sözsüz nağmeler açıp dinliyorum. Kanun, ney, gitar ve piyanoya hayranım. Ruhumu öyle dinginleştiriyor, öyle sakinleştiriyor ki... Arada bir piyano ya da kanun&gitar ya da bir ney dinletisi açıyorum, tabii sakin dingin olanlarından, yanıma bir makale ya da dosyayı koyup çalışmaya başlıyorum. Aldığım verim bir anda ivme kazanıyor. Yine öyle bir gün; karşımda çalışan iş arkadaşıma birini seç dedim. Ney dinletisi istediğini söyledi. Girdim bir ney dinletisi açtım ki ne açayım. Beni aldı bambaşka bir yere götürdü; şimdi anlatacağım yere, ortama, mekana, diyara.. 

Vezneciler'in üst kısmında Süleymaniye'yi cepheden seyreden bir konaktayım. 1992'nin kışı, hava hafif yağmurlu. Bulunduğum konaktan dışarıyı izliyorum. Mimar Koca Sinan'ın kendi deyimiyle El-Fakir Sinan'ın gözbebeği Süleyman'ın Mabudu'nun evi tüm ihtişamıyla karşımda. Bina ahşap, eşyalar şahsına münhasır, evde bir ahşap kokusu. Kimin açtığını bilmediğim bir ney müziği kulağımı okşuyor. Odada dedem, nenem, babam, kardeşlerim, annem ve dedemin göznuru çok özlediği güzeller güzeli teyzem. Almanya'ya evlenmiş ve yıllardır orada yaşıyor, eniştemin işinden dolayı çok sık gelemiyor ve geldiğinde evdeki bayram havasını dedem ve nenem başta olmak üzere hepimiz iliklerimize kadar yaşıyoruz. Üstelik vakit tam da Saraybosna'da felsefe ve psikoloji okuyan ablamın ara tatilde İstanbul'a geldiği günlere denk gelmiş. Bosna Hersek, Yugoslavya'dan ayrılmak için plebisit yapmış ve halk ayrılık yönünde henüz yeni karar almıştı. Henüz bir iki ay önce olan bu olay sonrası Aliya diye bir adamın önderliğinde Bosna tüm tehditlere rağmen devletleşmeye çalışıyordu. Aslında asıl hikaye ablamda, havalimanından alırken kendisini biraz babamla bana bahsetmişti olan biteni, belki ilerleyen günlerde daha teferruatlı anlatır. Ramazan ayının son günleri, bayrama birkaç gün kaldığından ötürü dışarıda gündüz tatlı bir telaş vardı. İstanbul yoruldu ve kabuğuna çekildi, kavruk tenli Bilal'in o güzel şiirinin okunmasını bekliyor. Son yarım saat, dedem, babam ve teyzem Almanya'dan dem vuruyorlar. Arada tabak, çanak dizen ablam da sohbete katılıyor. Annem üç kişilik koltukta gözlükleriyle oturmuş, elinde örgü muhabbeti ve ney tınısını sessizce dinliyor. En çok konuşan dedem.. Sürekli olarak Medine'den satın aldığı esansları sürdüğü mübarek beyaz sakallarını sıvazlayarak Almanya hatıralarını anlatıyor. Babam koltuğa gömülmüş, arada dedemi onaylıyor arada teyzemi. Ben sofradan az uzak sandalyemi almış penceren dışarıyı izliyorum. Aslında büyüklerin oturduğu tek kişilik koltukların arasındayım fakat göz temasına engel olmuyorum. Süleymaniye arkasına Haliç'i almış o kadar huzurlu görünüyor ki.. Allah'ım sen bize nasıl güzellikler ihsan ediyorsun. Kafamdan binbir türlü düşünce geçiyor o vakit. Süleyman ve Sinan'ı hatırlıyorum. Düşünsenize bu iki insanı.. Kayseri'den kalkmış gelmiş Ağırnaslı Sinan, orduda acemi oğlanlar ocağından çıkmış subay olmuş rüşdünü ispatlamış ve başmimarlığa kadar yükselmiş. Frenk dillerinde sıfatı 'The magnificent' olan Süleyman'a, onun oğlu Selim'e ve onun oğlu Murat'a yıllarca hizmet etmiş.. İslam beldelerine muazzam eserler katmış, talebeleri bile gitmiş Mostar'a köprü yapmış. El-Fakir Sinan.. Sen ne büyük adamsın. Süleyman'a gelince... Bu adamla tanışmış olsaydım muhtemelen heybetinden dizlerim titrerdi. Duruşu, bakışı, iradesi çelik gibi olsa gerek.. Koskocaman padişah, Zigetvar'da bir tepede bir çadırın içinde sersefil ölüyor.. 'Beni derhal alasız İstanbul'a aparasız!' demiyor. İşte adanmışlık budur. İrkiliyorum; hatırlayınca Mustafa'yı. Hayatta hiç oğlum olmadı ancak babamın bir gün beni öldürecek olmasına imkan veremiyorum. Oğlunu dilsizlere ve küstah Mahmut'a yem etmek.. Gaddar bir baba.. Öte yandan sarayın ağaçlarındaki karıncayı kırmak için kireçlemek isteyen hizmetçiyi Suud Efendi'ye yönlendiren ve fetvayı aldıktan sonra hizmetçiyi durduran Süleyman.. Şefkatli bir adam.. Mustafa epey tahammül sınırlarını zorlamış olmalı.. Yoksa Süleyman'ın 5 oğlu var, evlatlarının varlığına tahammül edemeyen baba niye hepsini öldürmesin ki.. Kastı Mustafa'ya olsaydı yıllarca veliahtı tutmazdı elbet.. Süleyman ve Sinan.. Düşünsenize o zamanları; Sinan hasodaya geliyor, Hasodabaşı'na Zat-ı Şahane'yi görmek istediğini söylüyor. Hasodabaşı içerde; 'Devletlü efendim, aziz hünkarım! Koca Sinan sizinle mülaki olmak ister'. Süleyman masasının başında İlahi Komedya'yı okuyor; 'Münasiptir, gelsin'. Şuan biri Zigetvar'da öteki Süleymaniye'de uyuyor. Bu iki garamlı bedenin artık mülaki olması imkansız...


Derken gökleri yararcasına bir ses; iftar topu atılıyor, peşi sıra bir ses; Allahuekber Allahuekber... Dönüp arkama bakıyorum, meğer herkes sofraya dizilmiş şerbetler açılmış bardaklara doluyor. Bana seslenen annem, 'Oğlum niye beni duymuyorsun' diyor. Kalkıp geliyorum. Ne güzel üflüyordu diyorum. Annem 'Neyi' diyor. Nasıl neyi, Ney'i işte diyorum. Biz birşey duymadık diyor.. Bir ney sedası beni aldı 16. asra götürdü. Sinan ve Süleyman'ın zamanına, onların sokağına, onların evine, yurduna diyorum. Sofradakiler bana şaşkın şaşkın bakıyor.  Elimde Medine hurması; 'Allah'ım sen bizi affeyle, tuttuğumuz orucu kabul et. Amin'.


O değilde Koordinatör bir dosyayı bitirmemi istemişti, şimdi adama ney, İstanbul, Süleyman, Sinan desem anlarmı ki?...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder