25 Aralık 2016 Pazar

BEN NE DER?

Parlamenter(Meclis) sistemin eksikliklerinin, yanlışlıklarının ve aciz kaldığı durumlarının tartışıldığı ve yeni bir sistemin gerekliliği üzerine kafa yorulduğu şu günlerin tarihi olduğu kanısındayım.Çünkü seçmen eğer referandum yapılırsa-ki yapılacak- kendi zamanındaki seçmen olmayan neslin geleceğini belirlediği gibi o nesilden sonraki nesillerin de geleceğini belirleyecektir.Bu anlamda günümüz seçmeninin vereceği karar tarihidir.Ben bilhassa gençler olmak üzere içinde vereceği kararı muhakeme eden her bir yurttaşın konuyu iyi okuması, akademik olarak kavraması yani propagandadan etkilenmeden hüküm vermesi taraftarıyım.Bu noktada önemli derecede yayılıp giden ama kimseyi rahatsız etmeyen bir karın ağrısından bahsetmek istiyorum.Bir tane İslami bir sivil toplum kuruluşu kalmadı ki başkanlık sistemi hakkında bir çalışma yapmamış olsun.Bu gayretler olumludur ancak karın ağrısı şuradadır; bu STK’lar olayı akademik çözümleyip mantıklı olan sistemin bu sistem olduğunu ileri sürmeyip -meseleyi divan edebiyatı, kitleleri de halk edebiyatı zümresi şeklinde yorumlayıp- akademik camiadan propaganda dilini iyi kullanan hatta bunun için piyasaya sürülmüş bir hoca çağırıp propaganda yoluyla başkanlık sistemini halka adeta sindirtmeye çalışmaktadır.Hatta aynı şekilde başkanlık sistemi bu ülkede diktatörlüğe dönüşür gibi sığ bir tavırla konuyu eleştiren muhalefetin STK’ları da aynı tutum içerisindedir.Bu bir siyasi hizip işidir.Siyasi hizip desteklediği bir düşünceyi açıklar ve propaganda yoluyla sindirtme eğilimindedir.Bu tavrı elbette eleştirmiyorum çünkü siyasi hizibin çalışma mantığı budur.Fakat bir sivil toplum kuruluşunun çalışma mantığı özellikle düşünce kuruluşu olan veya eğiliminde olan bir sivil toplum kuruluşunun çalışma mantığı bu olmamalıdır.Mantıklı olan her insanın zaten parlamenter sistemi desteklemeyeceği aşikardır.Hatta mantıklı her insanın destekleyeceği hükümet sistemi başkanlık sistemidir ve bilhassa İslami hassasiyetlere sahip konuyla ilgili çalışmalar yapan STK’ların bunun ‘nasıl’lığını iyi çözümlemesi ve aktarması gerekmektedir.

Meclis Sistemi

Latince ‘parlamento’ sözcüğünden Türkçe’ye girmiş bu kavram, bir topluluğu temsil etmek adına yine o topluluk tarafından seçilmiş bir kurul olarak tanımlanmaktadır.Bu tanıma binaen bir kurulun  parlamento olabilmesi için içinde bulunduğu toplum tarafından oy çokluğuyla seçilmiş olması gereklidir.Bu kavram Türkçe’de çoğunlukla ‘meclis’ olarak kullanılmaktadır.Meclis monarşik sistem altında ezilen halkların o dönemde güçlü bir sığınağı olmuş ve 18. Yüzyılın sonlarında çıkan bu kavram 19. Yüzyılda sistemleşmiştir.Sistemi ilk kullanan ülke İngiltere’dir ardından monarşi ile yönetilen bütün ülkelere bu sistem hakim olmuştur.Meclis sistemini iyi kavrayabilmek için kuvvetler ayrılığı ilkesini çözümleme ihtiyacı hasıl olmaktadır.Konuyla ilgili araştırmalar yapıp muhtevaya son şeklini Montesquieu vermiştir.Montesquieu anayasaya bağlı olarak hareket edecek bir devlet nizamında kuvvetlerin muhakkak ayrılması gerekliliğini savunmuştur.Kuvvetler ayrılığı devlet iktidarının hukuki anlamda işlevlerinin aralarında işbirliği bulunan farklı organlar tarafından yerine getirilmesidir.(Özbudun, 2008:183)Diğer bir ifade ile, devletin yasama, yürütme, yargı işlevinin birbirine karşı bağımsız organlar tarafından görülmesidir.(Teziç, 2003:393)*Alıntılayan (Akgül, 2010). Meclis sisteminde kuvvetler ayrılığı yumuşak bir şekilde uygulanmaktadır.Yürütmenin içinde bulunan kişiler aynı zamanda yasama erkinin de bir üyesidir.Yasama erkinin belirlenmesinden sonra mecliste oy çoğunluğuna sahip grup yürütme erkini(hükümeti) oluşturmakla görevlidir.Oluşturulan bu erk, meclise karşı sorumludur ve kanun teklifi hazırlama ve sunma yetkisine sahiptir.Sunulan teklif mecliste görüşülür ve karara varıldığında hükümet bunu ilan eder.Meclis sisteminde hükümet, meclisin feshini devlet başkanından talep edebilir aynı şekilde mecliste hükümetin işlerini denetleyebilir ve gerektiğinde sorumluluğunu da tayin edebilir.Meclis sisteminde yürütme erki çift başlıdır.Bu başın bir kanadı devlet başkanı, diğer kanadı başbakandır.Devlet başkanı-cumhurbaşkanı- partiler üstü genel bir temsil makamıdır ve siyasi olarak sorumsuzdur.Meclisten geçen tasarıların yasalaşmasında onay yetkisi devlet başkanına aittir.Buna ek olarak, seçim kazanmış bir veya daha fazla partiden oluşmuş hükümet yürütmenin diğer kanadını temsil eder.Hükümetin başkanlığı başbakan tarafından deruhte edilir ve tüm siyasi sorumluk bu erkin üzerindedir.

(Cumhur)Başkanlık Sistemi

Ülkemizde her daim zikredilen ve yasa teklifinin bu doğrultuda verildiği ve adına ‘Türk tipi başkanlık’ adı verilen partili cumhurbaşkanlığı-başkanlık sisteminin içinde geçiyor- modeline geçmeden önce ilk olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde sistemleşen başkanlık hakkında ABD merkezli genel bir değerlendirme yapalım.Başkanlık sistemi, hem yürütme organının başı hem de devlet başkanı olan başkanın, sabit bir süre için halk tarafından seçildiği ve yasama organının başkanı düşüremediği, başkanın da yasama organını feshedemediği bir sistem olarak tanımlanmaktadır. (TBMM Araştırma Hizmetleri Başkanlığı, 2015)Başkanlık sistemi ile yönetilen ülkeler arasında Latin Amerika ülkeleri, İran, Güney Kore, Endonezya, Azerbaycan gibi ülkeler de gelmektedir.Bu ülkelerin başkanlık sistemini yorumlayış şekilleri ve yönetim modellerinde nüanslar görülmektedir.Ancak başkanlık sistemini sistematik bir biçimde işleyecek olursak bazı genel yargılar ortaya çıkarabiliriz.İlk olarak başkanlık sisteminde sert bir kuvvetler ayrılığı vardır.Devletin başkanı ve dolayısıyla ona bağlı yürütme kurulu farklı, halkı temsil eden mebuslar farklı seçilir.Bu iki kurul birbirine karşı bağımsız olmakla birlikte yasama, yürütmeyi denetleyebilir.Yani yürütme yasamayı keyfi feshedemeyeceği gibi yasamanın da yürütme üzerinde denetimden öte yetkisi yoktur.Buradan anlamamız gereken; halkın reyleriyle seçilmiş bir meclis ve bunun dışında yine halkın reyleriyle başa gelmiş bir devlet başkanı vardır.Meclis yasa çıkarma faaliyetleriyle hemhal olurken, devlet başkanı bunun deruhtesiyle ilgilenir.Genellikle devlet başkanı bu sistemde kanun çıkaramaz-istisnai ülkeler vardır-.Devlet başkanı aynı zamanda bir siyasi parti genel başkanıdır ve başkanı olduğu siyasi parti meclise mebuslar çıkardığı için devlet başkanı kanun çıkarma işini partisinden mebus olan şahıslar üzerinden yapar.Her mebusun kanun teklif etme hakkı vardır ve kanun meclisten geçtiği takdirde başkanın bunu veto yetkisi bulunmaktadır.Veto halinde yasa meclise geri döner ve tekrar kabul edilebilmesi için hem senatonun hem de temsilciler meclisinin 3’te 2 çoğunluğu gerekir.

Yasama ve yürütme birbirlerine karşı sorumlu değildir ancak bunların yaptıkları işlerde birbilerine karşı uyum ihtiyacı hasıl olmaktadır.Bu da Amerika geleneğinde ‘checks and balance’ sistemi olarak adlandırdıkları ‘fren ve denge sistemi’ ile çözülür.Fren ve denge sisteminde yasama ve yürütme arasındaki uyumsuzluk/koordinesizlik senato ve kongrenin belli noktalarda müdahil olmasıyla giderilir.Bu noktalar; atamalar, bütçe-ki bu nokta çok önemlidir, başkanın hazırladığı  bütçe meclisin onayına tabiidir-, veto hakkı-yukarıda bahsedilmişti-, uluslararası antlaşmalardır.

Başkanlık sistemini şu haliyle yorumlayacak olursak meclis sistemi ile arasında ne gibi farklar göze çarpmaktadır?İlk olarak hükümet etkindir.Meclis sisteminde hükümet yürütme yetkisini hem devlet başkanı ile paylaşır hem de meclise karşı sorumlu bir pozisyondadır.Bu yüzden çalışmalarında daima zayıf kalmaktadır.Ancak başkanlık sisteminde yürütme kimseye karşı sorumlu olmadığından ve etkin çalışabildiğinden ötürü hem daha fazla inisiyatif alabilir hem de alınan kararları hızlı bir şekilde uygulayabilir.Meclis sisteminde olduğu gibi koalisyon sorunu yoktur.Yasama erkine seçilen mebusların çoğunluğu devlet başkanını bağlamaz.Yani devlet başkanı ‘başkan’ sıfatıyla devletin başına geçerken, başkanlığını yaptığı hizip meclise diğer hiziplere nispeten bir azınlıkla girebilir.Bu da demek oluyor ki; koalisyon denen ve genellikle ülkelerin-özellikle ülkemizin- gidişatına olumsuz etki eden bir durum ortadan kalkmış olacaktır.Bu noktadan hareketle vatandaş devletin başına kabul gördüğü bir şahsı getirebilecekken aynı zamanda kabul gördüğü başka bir hizbi de yasama erkine gönderebilir.Bu durum koalisyon gibi bir baş ağrısına olumlu bir çözüm getirebilecekken, bu yönüyle başka bir baş ağrısı yaratabilme potansiyeline sahiptir.-Ancak bahsi geçen bu durum daha çok kişisel bir sorundur-.Başkanlık sisteminin başka bir olumsuz yanı da iki kuvvetinde-yasama, yürütme- halka dayanan meşru bir gücü vardır.Bu iki güç kriz anında birbirlerine karşı ‘ben gücümü halktan alıyorum’ tavrına bürünebilir.Bu noktada devlet başkanının kapsayıcı bir siyaset izlemesi ve devletin kuvvetler arasındaki fren ve denge sistemini deruhtesi elzemdir.

Türkiye’de meclise sunulan yasa değişikliği teklifine gelecek olursak, öncelikle Türkiye’ye gelecek sistemin adının başkanlık olmayacağı, muhtevasının da birebir ABD tipi başkanlık sistemini taşımayacağı kesindir.Zaten böyle de olması gereklidir.Amerika bizim sistem kopyalamamız gereken bir ülke değildir.Çünkü yapı itibariyle Türkiye’den farklıdır.Eyalet sistemi sorunu yoktur.Bilhassa eyaletsizlik sorundur.Çünkü ABD adından da anlaşılacağı üzere farklı farklı devletçiklerin bir araya gelip oluşturduğu bir devlettir.Türkiye’ye gelecek yeni sisteme başkanlık denilebilir.Çünkü yürütme ‘Cumhurbaşkanı’ sıfatıyla başkanlık edilen bir merciide toplanılacaktır.Bu merciinin kanun çıkarma yetkisi olmayacak, bu yetki mebuslara verilecektir.Ancak Cumhurbaşkanı bütçe hazırlama görevini üstlenebilecektir.Bütçenin kabulü için meclisin onayı şarttır.Hükümetin sunduğu teklife göre, Cumhurbaşkanı devlet başkanı sıfatıyla yürütmenin başı olacak ve bir siyasi hizip üyesi veya başkanı olabilecektir.Cumhurbaşkanı yardımcılarını ve üst düzey kamu görevlilerini atamaya yetkilidir.Aynı şekilde yürütme erkinin yapısında bulunan bakanlıkların kurulması, kaldırılması, içeriğinin ihyası, görevleri, yetkileri yine Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenecektir. Meclis daha önce de bahsedildiği gibi yasama faaliyetini yürütecek tek organdır.Aynı zamanda bu organ yasanın kaldırılması veyahut düzenlenmesi ile de ilgili mercii olacaktır.Meclis milletlerarası yapılan andlaşmaların onayını verecektir.Para basımına, genel ve özel af ilanına, savaş kararını almaya yetkili organdır.

Neden Cumhurbaşkanlığı Sistemi?(Bu sistemin içeriğine ilişkin mevzulara yeri geldikçe değinilecektir)

Anayasaya göre konuşacak olursak ülkemiz 93 yıldır meclis sistemi ile deruhte edilmektedir.Ancak malumdur ki işin arka planının bu şekilde olmadığı aşikardır.1950’ye kadar süren tek parti hükümranlığına meclis sistemi demek zordur.Bu dönemde var olan yönetim şeklini ‘meşru monarşi’ olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.Ardından 2014’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra girilen sürece de meclis sistemi tanımını yapmak zordur.Bu sürece ‘yarı başkanlık’ veyahut ‘fiili başkanlık’ tanımı zannediyorum ki daha yerinde olacaktır.

Tanzimattan bu yana girilen süreçte  yapılan birçok inkılap sosyolojik yapıyla bağdaşmamamıştır.93 yılda zühur eden birçok hadise de göstermektedir ki; tercih edilen bu sistem de yapıyı tatmin edememiştir.Özellikle bu süreçte oluşan sıkıntılara meclis sisteminin cevap bulmakta aciz kalması ülkeyi darboğaza sürüklemiştir.11 Eylül 1980’de 115. kez girilen cumhurbaşkanlığı seçimi de nafile sonuç verince ülke ertesi güne tanklarla uyanmıştır.Aynı şekilde ülkemizde 65. Hükümet 24 Mayıs 2016 tarihinde kuruldu.T.C. Anayasası’nda yazılı olarak 4 senede bir seçimin yapılıp hükümetin kurulması gerektiğini düşünürsek, normal şartlar altında 65. Hükümetin 2118 yılında kurulması gerekiyordu fakat  93 yılda 65. Hükümet kuruldu.Bu süreçte Türkiye’de hiziplerin hükümet kurmakta bir türlü mutabık olamaması, koalisyon hükümetlerinin istikrarsız yönetimi ve ülke tarihinde karanlık bir yere sahip olan darbeler önemli ölçüde rol oynamıştır.Meclis sistemi koalisyon durumunda siyasi hizipler seçim barajını geçtikleri takdirde hükümet kurabilmek için yetkilidir.Bu yetki hiziplerin aldıkları koltuk sayısına göre sırayla verilir.Eğer seçimden birinci çıkan siyasi hizip yeterli koltuk sayısına sahip değilse, yani koalisyon şartları hasıl olmuşsa, seçim barajını geçmiş bir başka siyasi hizip ile anlaşmak durumundadır.İşte Türkiye’nin tarihinde öyle zamanlar vardır ki; milletin geleceği bu mutabakata mahkum edilmiştir.Koalisyon hükümeti kurulduktan sonra bile hükümet içerisindeki görüş ayrılıkları devletin bilhassa ekonomik gidişatını ardından toplumsal yaşantısını etkilemiş, refah seviyesi düşmüş, sokak olayları artmış, halklar birbirine kutuplaşmıştır.Elbette bu durumun tek nedeni meclis sistemi değildir.Fakat bu sistem sorunların çözümü noktasında hantal kalmıştır.Bu hantallık ülkede darbelerin yaşanmasında ‘görünen neden’ olmuştur.Silahlı Kuvvetler, 1960 ve 1980 yıllarında doğrudan yönetime el koymuş, 1971 ve 1997 yıllarında hükümeti istifaya zorlamak suretiyle yönetime müdahil olmuştur.
Malumdur ki Türkiye yek hizip hükümetleri döneminde istisnasız bir çıkış yakalamıştır.Koalisyon hükümetleri ise Türkiye için yine istisnasız bir kabus olmuştur.Bu sistem koalisyonu lağvedeceği gibi etkili ve hızlı bir karar alma mekanizması vadetmektedir.Meclis ve cumhurbaşkanı arasında ezilmiş bir hükümet yerine daha çok inisiyatif alabilen daha hızlı hükmeden bir hükümet ülkenin bekası için son derece elzemdir.Cumhuriyet Halk Partisi ve Halkların 'Demokratik' Partisi başta olmak üzere bazı muhalefet hizipleri bu sistemin Erdoğan yönetiminde bir diktatörlüğe dönüşeceği yorumunu yapmaktadırlar.Öncelikle bu mesnetsiz-dayanaksız- yoruma ‘diktatörlük’ kavramının genel tanımını yaparak cevap verelim.Türk Dil Kurumu’na göre diktatörlük tüm siyasi yetkileri tek elde toplama olayıdır.Eski Roma’dan kalma bir gelenektir.

Bir kişinin diktatör sayılabilmesi için;

-Devletin başındaki kişinin yaptıklarının hesabını vermesini ya da görevden uzaklaştırılmasını sağlayan hukuk kuralları ve geleneklerinin yokluğu,

-Mevcut hukuka aykırı bir biçimde iktidarın ele geçirilmesi,

-İktidarın bir düzen içerisinde el değiştirmesini sağlayacak mevcut hukuk kurallarının yokluğu,

-İktidarın tek kişinin elinde toplanması (Haspolat, 2003)  gibi genel durumlar gereklidir.

Baştan başlanacak olunursa teklif metni 10. Madde bize şunu der; Cumhurbaşkanı’nın bir suç işlediği iddiasıyla TBMM üyelerinin vereceği salt çoğunluk rey ile Cumhurbaşkanı hakkında soruşturma açılabilir.Meclisten seçilen bir komisyonun yapacağı soruşturma sonunda rapor Meclis Başkanlığı’na sunulur ve üye çoğunluğunun 3’te 2’sinin vereceği karar ile Cumhurbaşkanı Yüce Divan’a sevkedilir.İkinci husus Cumhurbaşkanı mevcut hukuka aykırı bir biçimde değil, yapılacak seçim ile başa gelecektir.3. hususta ise teklif metninin 8. Maddesi; Cumhurbaşkanı her 5 yılda bir seçilir.Son madde içinde söylenecek söz başkanlık sistemi içerisinde yorumlanmaya pek müsait değildir.Yürütme zaten hükümet sistemi olarak Cumhurbaşkanı ve kabinesine aittir.Bunlara ek olarak dikta rejiminin olduğu bir ülkede muhalefet partileri devlet başkanını diktatörlük ile itham edemez.Bu gruplar her söylemlerinde bunu tekrarladıkları gibi sistem ile alakalı yorumlarında ısrarcı davranmaktadırlar.

‘Diktatörlük’ ile alakalı ikinci ve aslında en önemli yoruma geçecek olursak; uzun vadeli planlar büyük devletler tarafından yapılır.Bir başka deyişle bir düzen kurgulamak ve bunu sistemleştirmeye çalışmak büyük devletin işidir.Mevcut yönetim bugün vardır ancak yarın olmayacaktır.Öyleyse sistem öyle bir kurgulanmalıdır ki yarın mevcut iktidar el değiştirdiğinde kimsenin aklında ‘şimdi ne olacak?’ sorusu kalmasın.Meclis sisteminin bu uzun vadeli misyonu taşıyamayacağı 93 yıllık karnesinde bariz bir şekilde açıktır.Dolayısıyla kendinden sonrasını da düşünen bir sisteme ihtiyaç vardır.Muhalefet hizipleri sırf  mevcut yönetime muhalefeten bu uzun dönem hayallere karşı çıkmaktadır.100 yıl sonrasını planlayan bir siyaset aklına sırf 10-15 yıllık 'diktatörlük' korkusuyla muhalefet etmek sığ bir siyaset anlayışının ürünüdür.Diktatörlük korkusunun yersiz bir korku olduğu teklif metninin 9. Maddesinden de anlaşılabilir.Madde de ‘Anayasada  münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz.Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde kanun hükümleri uygulanır.TBMM aynı konuda kanun çıkarması durumunda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir’ denmektedir.

Neden Cumhurbaşkanlığı sistemi sorusuna bir başka yanıt Türkiye’nin sosyolojik yapısıyla alakalıdır.Her türlü içtimai fikri temsil etmek teknik manada mümkün değildir.Türkiye’de siyasi hizipler maalesef belli bir grup/etnik kimlik üzerinden siyaset yapmaktadır.En kapsayıcı ve geniş kitleyi(Müslüman, Muhafazakar-bu kavram İslam'ın talep ettiği müslümanlık ile aynı değildir-, Milliyetçi, Demokrat,) temsil eden parti AK Parti’dir.Bunun dışında Türk kimliği üzerinden siyaset yapan Milliyetçi Hareket Partisi, Alevilik/Atatürkçülük gibi akımlar üzerinden siyaset yapan Cumhuriyet Halk Partisi ve Kürt kimliği üzerinden siyaset yapan Halkların Demokratik Partisi bulunur.Geçilmesi planlanan sistemde salt çoğunluk ilkesine bakıldığı, hükümet ile herhangi bir koalisyon ortaklığı bulunmadığı için muktedir olmanın tek yolu daha kapsayıcı siyaset anlayışı olacaktır.Bu noktada milliyetçiliğinin/ırkçılığın/kavmiyetçiliğin belki de değerini bugün olduğundan daha da yitirecek olması çok elzemdir.Bu ülke Fransa’nın heyecanlı gençlerinin dünyaya yaydığı bu akımdan oldukça fazla etkilenmiştir.Umudumuz ve temennimiz odur ki bu sistem ile birlikte milliyetçiliğin önemi az veya çok-tahminimce- azalacaktır.


Konu hakkında ne söylenirse söylensin her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

Hayırlı olmasını temenni ederim.
                                                                                                           
                                                                                                            

                                                                                                           Alican Yeniçeri
                                                                                                      Aralık 2016, ANKARA














Kaynakça:

1-) TBMM, Karşılaştırmalı Hükümet Sistemleri; Başkanlık Sistemi Raporu,  ABD, Arjantin, Azerbaycan, Brezilya ve Nijerya Örnekleri
2-) Parlamenter Sistem, Şükrü Karatepe http://www.enfal.de/sosyalbilimler/p/010.htm
3-) Kuvvetler Ayrılığı İlkesinin Dönüşümü ve Günümüz Demokratik Rejimlerindeki Anlamı, Dr. Mehmet Emin Akgül, Ankara Barosu
5-) Başkanlık Sistemi, Kemal Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Teorisi http://www.anayasa.gen.tr/gozler-baskanlik-sistemi.pdf


30 Kasım 2016 Çarşamba

HALKLARIN DEMOKATİK DİKTATÖRLÜĞÜ

          Kuzeyinde Moğolistan, kuzey doğusunda Rusya ve Kuzey Kore, batısında Kırgızistan, Tacikistan ve Pakistan, doğusunda Sarı Deniz ve Doğu Çin Denizi, güney doğusunda Güney Çin Denizi, güneyinde Vietnam, Laos, Birmanya, Hindistan, Butan ve Nepal ile çevrili bir ‘Uzakdoğu’ ülkesidir.Başkenti Pekin’dir ve Rusya Federasyonu ve Kanada’dan sonra dünyada en büyük yüzölçümüne sahip 3. devlettir.Bugün nüfusu 1.357 milyar olan ve dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip ülkede, demografik olarak geçmişini incelediğimizde bir nüfus patlaması yaşadığı söylenebilir.Resmi adı, devlet rejimi ve siyasal kültürü ile 1949’da kurulmuş olan Çin Halk Cumhuriyeti’nin o dönemde 535 milyon nüfusu var iken, 1970 yılında bu rakam 840  milyona ulaşmış ve 1980’lerde 1 milyonu aşıp günümüz halini almıştır. Bugün ülkenin tek siyasi hakimi olan Çin Komünist Partisi’nin etkili cezanlandırma ve az çocuk sahibi olmayı teşvik edici politikalarıyla ülke nüfusu kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır.
          Dünyanın  en kadim medeniyetlerinden birisi olan Çin’in bilindik tarihi 4000 yıl öncesine dayanır.Bu dönemlerde birçok hanedanlık tarafından yönetilen Çin,  bilindik ilk hanedanı M.Ö. 1450-1050 yılları arasında hüküm sürmüş Şang ve Şia hanedanlarıdır.Çin’in modern anlamda tarihi ise 20. Yüzyılın sonlarında başlar ve milliyetçi ayaklanma neticesinde ülkenin yüzyıllar boyunca geleneklerine hakim olan hanedanlık yönetimi sona erer.Ülkeyi 1912 yılında ele geçiren milliyetçiler bu dönemde sonradan ülkenin kaderini belirleyecek olan komünistlerin partisini dağıtıp onları aktif siyasetten el çektirirler.Bunun üzerine 1945’te başlayan 2. Cihan Harbi’nde büyük kahramanlık sergileyen komünistler savaşın ardından milliyetçiler ile mücadele başlatırlar.Dünya Harbi döneminde halkta karşılık bulan ve ilgi toplayan komünistler bununda etkisiyle ülke yönetiminde söz sahibi oldular.Çin’in efsanevi lideri Mao Zedong reisliğindeki bu yönetim ülkede sosyalist bir rejim kurmayı hedefledi ve bu doğrultuda Mao’nun fikirleri ülke yönetiminde günümüze kadar devam edecek olan bir ideoloji halini aldı.
          Mao, yönetimi ilk ele geçirdiği andan itibaren irfan ve iktisat konularına yöneldi.Kültür konusunda bir devrimin mimarı olacak ‘Küçük Kırmızı Kitap’ı yazdı ve ülkenin genç komünist tabanında ciddi karşılık buldu.İkinci safhada sosyalist devlet nizamının temellerini oluşturmayı hedefleyen Mao, ülkedeki tüm endüstrileri kamulaştırdı ve yabancı sermayeyi ilga edip devlet tekeline aldı.Toprak reformunu gerçekleştirerek ülkedeki fakir köylü kesimin desteğini kazandı.Ancak bunu yaparken toprağını vermek istemeyen zengin kesime sert politikalar uygulamıştır.Kapitalizmi savunan herkese karşı ciddi bir savaş açan Mao, partisiyle birlikte yürüttüğü politikalarda sosyalizmi ülkesine dikte etmiş ve partisini devletle bütünleştirmiştir.Dış baskılar ve Çin’deki yeni düzeni kabul etmek istemeyen kapitalist devletler Mao’yu saf dışı bırakmaya çalışırken Mao, bu devletlerin meşruiyetlerini kazanmaya çalışmamış tam aksine halkına yönelmiş ve onlara yönelik politikalarını hızlndırmıştır.Sonraki yıllarda Çin Komünist Partisi, Sovyetler Birliği’nden getirilen uzmanların yardımıyla 1. Beş Yıllık Kalkınma Planını(GOSPLAN) yürürlüğe koymuştur.Bu sayede Çin’in ekonomisinde bir sıçrama yaşanmış, plan gayet  başarılı olmuştur.Bununla birlikte Mao, hem ülke içerisinde tam meşru bir yönetimi tasdik etmiş, hem de uluslararası alanda Çin Komünist Partisi’nin siyasi nüfuzu kabul edilir bir hal almıştır.Ardından yapılması planlanan 2. Beş Yıllık Kalkınma Planı uygulamaya konulmaz ve Mao kendi düşüncesi olan ve Great Leap Forward olarak bilen Büyük Atılım Projesi’ni devreye sokar.Tam bir hüsran ile sonuçlanan bu projede kıtlık yüzünden birçok insan ölür.Bundan sonra  Mao’ya ülke çapında duyulan büyük saygıya rağmen başkan zor durumdadır.Böylelikle parti 2 kutba ayrılır; Radikal Maoist ve Ilımlılar.Mao’nun ölümünden sonra Mao’ya bağlı olan radikal kanadı eşi Çiang temsil etti.Ardından Deng Şaoping yönetimi ele geçirip,  partiyi bütünleştirip yeni bir ekonomik program sundu.Bugün Çin’in ekonomik düzeyi bu noktadaysa büyük ölçüde Deng’in sayesindedir.
Çin Halk Cumhuriyeti’nde idari yapı 3  grupta incelenebilir.Bunlar; eyalet, ilçe ve belde.Ülkede 33 eyalet, 2862 ilçe ve 41.636 belde bulunur.Bundan ayrı olarak ; Tibet, Sincan Uygur, Ninşia, Guanşi Zuang ve İç Moğolistan olmak üzere 5 ayrı özerk yönetim bölgesi vardır.
Çin anayasasından bir alintiyla ; “Çin Halk Cumhuriyeti işçiler, köylüler ve çalışan sınıfın demokratik diktatörlüğü temeli üzerinde kurulmuş sosyalist bir devlettir.”  ülkedeki parti ve rejim sistemini anlamlandırabiliriz.Çin Halk Cumhuriyeti tek partili bir siyasa sistemine dayanmaktadır.Çin Komünist Partisi ülkenin tek hakimi ve son karar merciidir.80 milyon üyeye sahi olduğundan ötürü dünyanın en büyük siyasi partisidir.Parti devlete mal olmuş olup, devlet politikaları parti kanalıyla icra edilmektedir.Çin Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri aynı zamanda devletin başkanıdır.
Çin’in yönetim yapısı 5 gruptan oluşmaktadır.Sondan başlayacak olursak ilk söylememiz gereken devletin adli organlarıdır.
-Yüksek Halk Meclisi,
-Yerel Halk Meclisi,
-Özel Halk Meclisi,
Olarak adlandırılabilecek bu komiteler adli işlere bakmakla yükümlüdür.Ardından gelen devlet denetim organları;
-Yüksek Halk Savcılığı,
-Yerel Halk Savcılığı,
-Özel Halk Savcılığı, şeklindedir.Bunun üzerinde Ulusal Halk Meclisi bulunur.
-Ulusal Halk Meclisi
          Ulusal Halk Meclisi’nin görevi temsili bir yönetimi ifade eder.Halk Meclisi’nde bulunan 2987 milletvekili Çin Komünist Partisi tarafından seçilir.Devletin temel yasama organıdır.Bu meclis yılda bir kez toplanıp genel çerçeveyi belirler.
-Anayasada değişiklik yapılması ve uygulanmasının denetlenmesi
-Temel yasaların hazırlanması ve değişiklik yapılması
-Ulusal ekonomik ve sosyal kalkınma planlarının ve bunların uygulanmasına ilişkin raporların incelenmesi ve onaylanması
-Savaş ve barış konularında karar alma
-Eyaletlerin,özerk bölgelerin,doğrudan Merkezi hükümetin idaresi altındaki belediyelerin,özel idari bölgelerin ve bu bölgelerde kullanılacak kuralların oluşturulmasının onaylanması

      Bunlardan ayrı ve önemli olarak Ulusal Halk Kongresi, devlet başkanını, başkan yardımcısını, başbakanını, devlet konseyini ve bakanlar kurulunu onaylar.Çin Komünist Partisi’nin daha önceden belirlediği bu isimler burada bir bakıma meclisin onayına sunulur.Meclis üyelerinin de zaten Çin Komünist Partisi tarafından belirlendiği bir sistemde halk sadece olan biteni izlemek ve kabul etmekle mesuldür.Ulusal Halk Meclisi yılda bir defa toplandığı için alınan kararların deruhte süreci Daimi Encümen vasıtası ile yapılır.Daimi encümen ayda 2 defa kendi başkanı tarafından toplantıya çağırılır.Bu kurul Ulusal Halk Kongresi’ne karşı sorumludur ve ona rapor verir.Ayrıca Ulusal Halk Kongresi’nin aldığı genel kararlardan ayrı olarak başlıca görevleri şunlardır;
-Ulusal Halk Kongresi’ne milletvekili seçimlerini düzenlemek,
-Ulusal Halk Kongresi’ni toplantıya çağırmak,
-Genel veya kısmi seferberliğe karar vermek,
-Bütün ülkede veyahut bazı bölgelerde sıkıyönetim ilanına karar vermek.

          Ulusal Halk Meclisi Daimi Encümeni, herhangi bir idari, adli veya savcılık organında görev yapamazlar.Buraya kadar bahsedilen hususlar bir bakıma semboliktir.Çünkü partinin atadığı bir meclisten yine partinin istediği kararların çıkarılması ülkedeki demokratik anlayışı zaten yansıtmaktadır.Çin bu noktada çok fazla eleştirilse de herkes tarafından bilinmektedir ki, nüfusu 1.4 milyara yakın olan bir kitleyi demokrasi ile yönetmek oldukça ciddi bir iştir.Bu noktada ülkede çıkan bazı demokrasi taleplerine de hükümet sert bir tutum sergilemiştir.
-Devlet Konseyi
          Ulusal Halk Meclisi ve bunun içinden çıkarılan daimi encümenin sembolik bir nitelik taşıdığını belirtmiştik.Bunun üzerinde bulunan organların asli nitelik taşıdığımı söylemek mümkündür.Ülkedeki hükümet işlerini devlet konseyi takip eder. Bu kurul her ne kadar Ulusal Halk Meclisi’nin üstünde bulunsa da ona karşı sorumludur ve yaptığı çalışmalar ile alakalı ona bilgi vermekle yükümlüdür.Devletin bürokratik işleyişinden sorumludur ve genellikle bu kurul ülkenin ekonomik işleyişiyle çok yakın ilgilenir.Başında başbakan bulunur ve 4 başbakan yardımcısı ile birlikte bu konseyi yönetir.Başbakan yardımcıları aynı zamanda devletin en üst birimi olan Politbüro üyeleridir.Bu husus ilginç karşılanmaktadır.Çünkü devletin adeta beyni olan bir kurulun üyeleri aynı zamanda bir alt kurulun başkan yardımcılığını yürütmektedir.Bu husustan dahi çıkarılabilecek sonuç şudur ki; Çin’de kuvvetler birliği mevcuttur ve şekil olarak ayrı görünse de etkili bir denetim mekanizması ile herşey en üst birime(Politbüro) ve dolayısıyla devlet başkanına bağlanmıştır.Devlet Konseyi başbakanı devlet başkanı tarafından atanır ve görevden alınır.Başbakan ve 4 yardımcısından başka konseyin içinde bakanlar ve komisyon başkanları, genel sekreter, genel denetçiler ve devlet konseyi üyeleri bulunur.Devlet Konseyi’nin yürüttüğü işlere genel olarak bakacak olursak;
-Ulusal Halk Kongresi ve Daimi Komitesi tarafından kabul edilen yasaları ve kararları uygular.
-İdari kuralları ve yönetmelikleri uygulamaya koyar.
-Anayasa ve kanunlara uygun olarak idari önlemleri belirler.
-Ekonomik kalkınmayı ve refahı artırıcı politikalar üretip, ülkedeki bütçeyi hazırlar.
Bu kurulun bir üstü Politbüro’dur.
-Politbüro
           25 üyeden oluşan Politbüro,Çin’in adeta beynidir.Ülke yönetiminin tüm kademelerinde son söz söyleyen en önemli karar organıdır.Politbüro, eyaletlerden gelen parti sekreterlerinden oluşur ve bu üyeler yine Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi tarafından belirlenir.
Politbüro Yürütme Komitesi
         Politbüro’nun ayrıcalıklı 7 üyesinden oluşan Politbüro yürütme komitesi haftada iki kez toplanır ve kendi aralarında partinin genel sekreterini, başbakanı, başbakan yardımcılarını ve Çin Halk Meclisi’nin başkanını seçer.Ülkenin mutlak yürütme organıdır ve ülkedeki her kademede icra edilecek görevlerin mükelleflerini bu organ belirlediğinden ötürü demokrasiden söz edilemez.Sonuç olarak Çin monarşik bir dikta rejiminin iktidar olduğu bir başkanlık modeli ile yönetilmektedir.

                                                                                                            Alican Yeniçeri
                                                                                                  Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
                                                                                                        Kasım 2016/ANKARA

KAYNAKÇA:
6-) http://www.siyasaliletisim.org/ariv/analiz/465-cin-halk-cumhuriyetinin-siyasal-yaps.html

8 Ekim 2016 Cumartesi

VATAN YAHUT SİYASET

Şimdi okuyacağınız yazı daha öncekiler gibi bir makale veyahut resmi bir yazı değildir.Bu seferlik bunun böyle olmaması icap etti.Zannediyorum ki meramımı daha iyi aktarabileceğim bu şekilde.Madem samimi bir dille başlayacağız selamsız geçmeyelim.

Esselamü Aleyküm ve Rahmetullah

Çok fazla sevinçliyim.Biraz da sıkıntı var içimde....Olayı baştan anlatayım.Birkaç gün önce tesadüfen bir ekrana bakarken Türkiye'de 'çok ciddi' denile(meyecek)bilecek bir gelişmenin haberi geçti.Birazdan etraflıca anlatacağım.Fakat şurada biraz durmak istiyorum ve beni yazmaya iten şey de aslında bu.Genel olarak yazarım ve bunu üzerinden aylar geçtikten sonra yayınlarım.Fakat burada hemen ufakta olsa bir yel estirmenin elzem olduğunu gördüm.Birkaç gündür fırsat bulamadım.Bugün ne olursa olsun uykumdan değil herşeyden feragat edip buraya bunu yazacağım dedim.Neyse konuya geçelim.O haber Türkiye'de enerji alanında faaliyet gösteren bir firmanın bir ofisindeki küçük ekranda -konuklar beklerken sıkılmasın diye konulan ekranda- yayınlandı.Televizyon izlemiyorum fakat bu haberin öyle televizyonda çok yankı bulmadığına da eminim.Keza konuya ilgili olan biri olarak internette dahi böyle bir şeye rastlamadım.Şimdi haberi aktaracağım fakat önce şu 'neden ben bunu duymadım' hatta okuduktan sonra 'neden biz bunu duymadık' sorusunun cevabını vereyim.Çünkü Arınç bir gazeteye çıkıp eski partisini yermedi.Çünkü Davutoğlu Hoca istifa etmedi.Çünkü Feytullahçı Terör Örgütü'nün elebaşı çıkıp yine saçma sapan bir videosunu servis etmedi.Çünkü Reis bir konuşmasında daha Batı'ya haddini bildirmedi.Çünkü Binali Yıldırım çıkıp bir espri daha yapmadı.Bahçeli muhaliflerine sallamadı.Kılıçdaroğlu yine malum örgütleri destekleyici konuşmadı.Neyse biraz daha örnek versem kapatırsınız herhalde...Dikkat edilirse örnekler önem sırası mahiyetinde karışık örnekler...geçmişten iz bırakanlar, şimdikiler vs..Şimdi bunların arasında en önemsizi herhalde Başbakanımızın esprileridir.Onu ele alalım.Başbakanımız çıkıyor bir konuşmasında bir fıkra anlatıyor ve ertesi gün manşetlerin üst kısmında bunlar yer alıyor.Bunun gibi birçok olmasa daha iyi olurlar gündemi oyalıyor da oyalıyor.Birazdan aktaracağım olay ise köşede ufak bir görsel ile 2 satır geçiyor ve olay kapanıyor.Şikayet ettiğim mevzuyu anlatayım gün geçtikçe daha fazla siyasete maruz kalıyoruz.Siyaset gün geçtikçe daha belirleyici oluyor ve işin kötüsü bu mefhum pamuk ipliğine bağlı bir mefhum...Günün şartlarına göre değişen bir hal sanatı !

Ülkedeki medyanın genel mantık çerçevesi bu...Bir örnek vereceğim.Türkiye'de trajik bir rahatsızlık var.Yeni bir avm veyahut toplu bir sosyal alan inşa ediliyor ve mescidler gidiliyor en aşağı kata otoparkın en kuytu köşesinde soğuk, loş, depodan bozma bir yere konuşlandırılıyor.Bu artık kültür haline gelmiş, mantığa yerleşmiş..Bir mescidin orada olma zorunluluğunu insanoğlu sorgulamaz.Aynı şekilde medyadaki hastalıkta bunun bir benzeri.Nerede 4 partiden herhangi bir siyasi açıklama yapar -boş ya da dolu- ilk sayfalara onlar konur ve aslında faydalı olan şeyler gazetenin, televizyonun, kanalın websitesinin en soğuk, loş, depodan bozma yerine dizilir.Kimse bu niye burada demez.Okumaz bile çünkü görmez ki...Gidip Sinan Oğan'ın bugün nerede hangi kafede konuşacağını okur acaba ne olacak deriz.Çok gerekli hakikaten....Diğer yerlere dakikamızı ayırmamak için muazzam öneme sahip bir konu.

Sitem! Sitem! Sitem! Tabi şimdi acaba ne gördüm onu anlatmam gerekiyor artık.Şimdi aldığım haberi okuyunca 'buraya kadar getirdin bizi birşey oldu sanmıştık' gibi cümleleri, okuyan 2 kişiden 1'i kuracaktır maalesef.Nedeni yine o malum şeyler..Mantığa oturtulmuş durumlar...Yani bir gazete nasıl olur da bir siyasinin sözleri ile başlamaz !

Ofisteki o ekranda aldığım haberi tebessümler içinde veriyorum.TÜRKİYE UZAY AJANSI KURULUYOR.Bu arada bu haber Bakanımızın tek bir cümlesi eşliğinde geçti...!Zannediyorum ki buraya kadar anlatmak istediğim temel şeyi anlattım.Gelin bir de bu ajanstan bahsetmek için mevzuya ara verelim.Türkiye'nin TÜBİTAK bünyesinde uzay araştırmaları yapan bir birimi var.Dünya'daki uzay ajansları insanlı hava aracı+fırlatma aracı+yapay uydu gibi hizmetleri sağlarken bu birim sadece yapay uydu üretebiliyor ve üretilen uyduyu Çin altyapısını kullanarak uzaya fırlatıyor.Bunun ötesine geçmiş dünyada tek bir İslam ülkesi yok henüz.Malezya, Endonezya ve Pakistan'ın kendilerine ait bir uzay ajansı var fakat alandaki başarıları Türkiye'dekinden farklı değil.Şimdi Türkiye bu araştırmalarını 65. hükümet eylem planı çerçevesinde tek bir elde toplayacak bir yapıya sahip olmanın alt yapılarını hazırladı ve yeni yasama yılında meclise sevkedecek.Umuyorum ki bunun ötesine geçmiş bir İslam ülkesi olacağız.Ajansın merkezi Ankara'da olacak ve yine başkent sınırları içerisinde bir uydu fırlatma rampası kurulacak.Haberi alıp konuyu araştırdıkça farklı enteresan bilgiler de edindim.Türkiye(Devlet-i Aliyye) 1856'da Uluslararası Telgraf Mukavelesi'ni imzalayıp 31, 42 ve 50 derecedeki yörüngelerde hak elde eden 30 ülkeden biri olmuş.Buna dahil olmayan ülkeler yörüngenin kirasını ev sahibine ödemek suretiyle uydularını fırlatabiliyor.Bu da bir korsan bilgi olsun :)...Yapısı açıklanmadığı için henüz net bir bilgiye ulaşamadığımız ajans hakkında bunlar gibi ufak tefek bilgiler aktarılıyor.Sevindirici bir diğer bilgi de bu ajansın direk Binali Yıldırım'a bağlanacağı...Bu çerçevede Uzay Stratejileri Yüksek Kurulu oluşturulacak ve bu kurula direk Başbakan başkanlık edecek.Yani işlerin birinci elden takibi için bu önemli...

Şimdi mevzumuza dönelim ve 3-5 kelam edip bırakalım.15 Temmuz trajedisi okulların ilk açıldığı gün genelge ile okullarda anlatıldı.Buna bir vatansever olarak gram itirazım yok elbette.Tutup Uzay Ajansı'na da bir gün ayrılsın çocuklara bu da anlatılsın da demiyorum.Aliya bir kitabında okullarda eleştirel düşünce dersi açılmalı diyor.Aliya bunu neden diyor?Konuyla alakalı bir eksiklik hissettiği için söylüyor.Bunu desteklemekle birlikte bende 'Teknoloji Tasarım' gibi bir dersin içerisinde çocuklara hatta daha elzem olarak üniversitelilere Türkiye'de bunların da olduğunu anlatmak lazım diyorum.Çünkü bunlar ne lanet olası sosyal medya hesaplarımızda ne okullarımızda ne üyesi olduğumuz derneklerde karşımıza çıkıyor.Bu ders neden elzemdir? Çünkü bir insanın ideolojisindeki o kahramanlığı ısıtıp sunmaktan daha etkili bir şekilde insanı dinamikleştirir ve daha hızlı pozitif sonuçlar verir.Bir kafatasçı Timur'un topal ayağı ile neler yaptığını anlatarak eline birşeyin geçmediğini anlamalı artık.Veyahut bir Müslüman Selahattin Eyyubi için boş çene yapmamalı.(Yeri gelmişken Che Guevera da bunlara dahil).Şimdi hemen sivri uçları kabaran insanlara şunu söyleyeyim.Bunlar elbette önemli şeyler..Fakat artık dünyayı geçmişteki atalarımızın yönetmediği gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekiyor.Artık bizi kurtaracak şeyin ilim olduğunu anlamamız gerekiyor.Bizi ne Zülfikar, ne Altı Ok, ne de doru tay bir yerlere getirecek.Bizi Temel Kotil'in çabalarıyla bu seviyeye gelen Türk Havayolları, son dönemlerde atılım gerçekleştiren Torku, yardım eliyle Türkiye markasını suya hasret beldelere ulaştıran TİKA bir yerlere getirecek.Fakat  ilk başta bahsettiğimiz gibi siyasete çok fazla maruz kalıyoruz.Bu gibi gelişmeler 2 satırla okunamazken, Kılıçdaroğlu'nun kızının rezidanslarını günlerce konuşuyoruz.Aklımızı başımıza devşirip eğitim meselesini her bir fert olarak ayrı ayrı kendimize dert edinmemiz gerekiyor.Ümitvarım...Allah yar ve yardımcımız olsun.

SELAM VE DUA İLE

17 Ağustos 2016 Çarşamba

MÜLTECİ NEDİR? DÜNYA LİTERATÜRÜNDEKİ ÇALIŞMALAR NELERDİR

11 Ağustos 2016 Perşembe

70'LER DÜNYA EKONOMİSİ 
    
Dönem dönem iniş çıkışlara sahne olan dünya ekonomisi 1970’li yılların başlangıcından itibaren daha ciddi bir dalgalanmaya sahne olmuştur.1970’lere 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan bir kalkınma ile giren dünyanın belirleyici ekonomileri, sonraları krizden dolayı durgunlaşmış bununla beraber birçok Gelişmekte Olan Ülkeler ve Az Gelişmiş Ülkeler de bu krizlerden ciddi biçimde etkilenmiştir.


1970’lerin dünya ekonomik trendi 1973 yılına kadar farklı bir seyirde, bu tarihten sonra farklı bir seyirde gitmiştir.1973 yılından öncesi ise temellerini 2. Dünya Savaşı’na dayandırmaktadır.Henüz bu savaş bitmeden, savaşın getirdiği felaketlerden iyi ders çıkaran Batılı devletler, ABD’nin öncülüğünde iktisadi ve siyasi örgütlenmeye gitmiştir.(OEEC/OECD*,BM) Bunlara daha sonra Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği (OPEC) de dahil olmuştur.2. Dünya Davaşı sonuna kadar birçok Gelişmiş Ülke sömürge faaliyetlerini sürdürdüğünden sanayi sektöründe reforma gidememiştir.Savaş bitiminde sömürgeyi bırakıp sanayileşme politikası güden birçok devlet altın çağını yaşamıştır.Bu sanayileşme politikasında strateji olarak birçok Gelişmiş Ülke ithal ikame politikalarını sistemine empoze etmiş, 1970’lere doğru da ihracata önem vermiştir.Sanayileşen gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan bir diğer faktör de, ekonomide devlet rolünün hızla artmasıdır.Bu artışta eğitim, sağlık gibi kamusal alanlarda yapılan harcamaların ve yapılan yol, baraj gibi külfet gerektiren altyapı çalışmalarının payı büyüktür.OECD ülkelerinde GSYİH** içinde devlet harcamalarının payı 10 puanlık bir artış göstererek 1973 yılında %40’lara dayanmıştır.Bu durum ise sonradan sanayileşmeyi tamamlayan güçlü ekonomileri bile enflasyona karşı hassas bir noktaya düşürmüştür.Ayrıca bu dönemde ekonomi üzerine teoriler değer görmüş İngiliz ekonomist John Maynard Keynes döneme damgasını vurmuştur.

En nihayetinde  1970’lerin başında sanayileşme göze çarpmakta, buna bağlı olarakta hizmet sektörünün ekonomideki payı genişlemekte, tarım ise gitgide değer kaybetmektedir.Sanayileşme sürecinde Kapitalizm ciddi rol alırken, ekonomik hamlelerde devlet payının artmasından dolayı Sosyalist kuramlarda etkili olmuştur.

1973 yılında ise bu gidişat ters yüz olmuş, öncesinin aksine dış borçlar, talep donukluğu, ödeme planında dengesizlikler oluşmuştur.Tabi bütün bunların kilit noktasında 1973 öncesi sanayileşme ile ekonominin merkezine oturan PETROL vardır.OPEC, 1973’lerin sonlarına doğru düzenlediği konferansta aldığı bir kararla petrol fiyatlarına %70 zam yapmıştır.Bu  karardan başta Az Gelişmiş Ülkeler olmak üzere birçok ülke olumsuz yönde etkilenmiştir.Sanayileşmiş Ülkeler bile petrol alımı güçleştiğinden ekonomileri durgunlaşmış, ham maddeye talepleri düşmüş ve dolayısıyla  Az Gelişmiş Ülkeler ve Gelişmekte Olan Ülkelerin ihracatında ciddi bir düşüşe sebep olmuştur.Bu sebeple ülkeler dış borçlanma yoluna gitmiş ve zamanla dış borcu, başka bir dış borçla kapatmaya çalıştıklarından ötürü  ödeme dengesinde ciddi açıklar meydana gelmiştir.Bu dengeyi iyi ayarlayan bazı Gelişmekte Olan Ülkeler ise ihracata yönelik politikalara uyum sağlamış ve ithal ikame politikalarıyla süreci atlatmaya çalışmıştır.Ancak ithal ikame politikaları yanlış hükümetlerle birleşince 1970’ler bu ülkelere de dış borçlanma getirmiştir.


Petrol fiyatlarındaki bu ani artış ülkelerin bankacılık sistemlerini de vurmuştur.%70’lik zamla beraber Bretton Woods’un sabit kur sitemi*** çökmüş ve küresel anlamda GSYİH’nin çeyrek yıllık dönemlerde arka arkaya negatif büyümesine neden olmuştur.Bu çöküşle beraber ülkeler IMF’nin desteğiyle bu krizi atlatmaya çalışmışlardır.IMF krizin aşılması adına bu ülkelere yapısal uyum programları hazırlamıştır.Bir bakıma emperyalist politikalar güden bu programlar bilhassa Gelişmekte Olan Ülkelerden kamu harcamalarını kısması, serbest piyasa ekonomisine geçmesi, parasının değerini düşürmesi gibi birtakım isteklerde bulunmuştur.Dış borç servislerinin uygulanamaması ise 1980’lerde bir uluslararası kriz halini almıştır.


1974-75 yılları dünyanın önde gelen ekonomileri için bir buhran dönemi olmuştur.Bu ülkelerin satın alma kapasitesi neredeyse yok olmuş dolayısıyla bu alt kısımlara da ciddi şekilde yansımıştır.OPEC ülkeleri ise satın alma kapasitesini gitgide arttırmıştır.

Bu gelişmeler devam ederken 1979  yılında bir petrol krizi daha yaşanmıştır.Böylece petrol ithalatçısı Gelişmekte Olan Ülkelerin dış borçları daha da derinleşmiş, uluslararası enflasyon artmıştır.Uluslararası enflasyona karşı Sanayileşmiş Ülkeler birtakım politikalar izlemiş ve yükselen fiyatları çıkarları leyhine çevirmeye çalışmışlardır.Bu gibi gelişmelerin sonucunda dünya ticaret hacmi daralmış ve dış ticaret sınırları Gelişmekte Olan Ülkeler aleyhine dönmüştür.Güney Kore gibi ülkeler ihracat politikaları izleyip, yeniden yapılandırmalara başvurmuştur.Dünyadaki büyük ekonomilerin yoğun gayretlerine rağmen 1973 ve 1979’da petrolle başlayan ekonomik kriz, Sanayileşmiş Ülkeler ve Gelişmiş Ülkeler üzerinde ciddi durgunluğa sebep olmuş, Gelişmekte Olan Ülkeleri dış borç batağına sürüklemiş, potansiyeli olmayan Az Gelişmiş Ülkelere de ciddi darbe vurmuştur.1980’lere gelindiğinde ülkeler bünyelerinde tasarruf programı oluşturup petrolü daha tutumlu kullanmaya başlamışlardır.Böylece petrole talep normalleşmiş ve petrol fiyatları normal seyrine dönmüştür.Bu dalgalanmadan tabi ki her ülke aynı ölçüde etkilenmemiştir.OPEC ülkeleri fiyatlardaki ani yükselişle yüklü miktarda kar sağlamışlardır.


Görüldüğü gibi 1970’lerde dünya ekonomisinde sanayileşme önem kazandığından petrol büyük bir rol oynamakta, ekonomik sistemlerde belirleyici bir etken olmaktadır.1970’lere sanayileşmiş ülkelerin gelişme yarışı içinde giren dünya 1973 ve 1979 ekonomik krizleriyle sarsılmış, genel anlamda kazanılan ivme yavaşlamış, hatta bazı ülkeler için yok olup negatif yönde bir eğilim göstermiştir.

Şubat 2015/ANKARA


*Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü
**Gayri Safi Yurtiçi Hasıla
***Ayarlanabilir Sabit Kura Dayalı Uluslararası Bir Para Sistemi

7 Ağustos 2016 Pazar



                                                                              DİN EĞİTİMİ

          Mevcut olan bütün varlıklarla doğaya salınan insan, zaman içinde çoğalmış ve bireysel değerlerle sınıflandırılamayacak bir hal almıştır.Kalabalıklaşan insan olgusunun birey sınırlarını çatlattığı ve artık kültür toplulukları kurmaya başladığı görülmüştür.Hal böyle olunca bu toplulukların herhangi bir karışıklığa meydan vermeden düzen içinde yaşaması ihtiyacı hasıl olmuş ve bu ihtiyaca cevaben ‘eğitim’ denen olgu biraz da insanın yaradılışından dolayı kendiliğinden var olup, zamanla toplumların bilinçlendirilmesi için sistematik bir zemine oturtulmuştur.Ortaya çıkışı insanlık tarihi kadar eski olan bu olgu bir bakıma insanın içinde olan merak, öğrenme ve öğretme muhtevasının ortaya çıkış şeklidir.


         Tarih boyunca insanlar oluşturdukları kültürü edindikleri tecrübeleri kendinden sonra gelen insanlara aktarmışlardır.Buradaki kültür kavramının içi oldukça geniştir ve genellikle yaradılışı gereği muhakkak ki bir şeye inanmaya eğilimli olan insanın dini inançları çevresinde şekillenmiştir.İnsan inandığı değerlerle bir yaşayış biçimi ortaya koymuş zamanla bunu evirip çevirip düzene sokmuş ve bunu bir sisteme oturtmuştur.İlk medeniyetlerde insanın doğal bir merak duygusundan kaynaklı sorgulayışı ve doğaötesi kavramları yorumlamaya çalışmasıyla bir ‘Tanrı’ gerçekliği anlaşılmış olup ona tabiiyet hissi insan zihninde etkin olmuştur.Böylece medeniyetler bu gerçeğin çerçevesinde gelişip günümüze ulaşmıştır.Yani kısacası din bu noktada son derece belirleyicidir.Peki toplumların yaşayışlarına bu derece nüfuz etmiş olan bu kavram nedir?Din kavramı kelime anlamıyla yorumlanmaya çalışıldığında daima tam anlamıyla bir fikir birliğine varılamamakta ve yapılan yorumlar farklı bir bakış açısı kazandırmaktan öteye geçememektedir.Bu yorumlara bakıldığında bir bakıma yorumu yapan kişinin teslimiyeti de büyük bir etkendir.Zira dini, yaşam tarzına oturtmuş ve kusursuz bir biçimde yaşamaya çalışan ile ona ayak uydurmaya çalışan veya onu hayatına hiç katmayan şahsiyetlerin tanımının birbirlerine olan uyumsuzluğu göze çarpacak bir durumdur.Lakin bilimsel açıdan bakılacak ve genel bir değerlendirme yapacak olursak din, bireyin dünyadaki yaşayışı boyunca karşılacağı hemen tüm konularda bireye rehber  olarak sunulmuştur.Semavi dinlerin veya insan zihniyle üretilmiş dinlerin hemen hepsi bireyin iç ve dış dünyası hakkında bir yönlendirici niteliği taşımış ve ona daima iyiyi, doğru olanı telkin etmiştir.İnsan, kendisine doğruyu telkin eden bu mefhumu alıp hayatının merkezine oturtmuş ve bunun çevresinde yaşamıştır.Bu noktada insanın bir yaratıcının varlığına ilişkin beyninde var ettiği tahayyüllerin payı büyüktür.


          Bir mefhumun anlamının farkına tam anlamıyla varılabilmesi için o mefhumu oluşturan kelimelerin anlamları irdelenmelidir.’Din Eğitimi’nin ‘Ne’liği hakkında net bir fikir birliğine varılması çok zordur.Çünkü onu oluşturan kavramların karşılığı kişiden kişiye göre değişmektedir.Din ve Eğitim kavramları üzerinde net bir tutuma varılamasa da ana hatlarıyla anlatılan gibidir ve bir araya geldikleri ‘Din Eğitimi’ olgusu tezahür etmektedir.Nüfusu arttıkça ‘insan’ sayısının azaldığı günümüz dünyasında birey din eğitimine eskiden olduğundan daha muhtaçtır.Kendi başına aciz bir kul olan insan sürekli birilerinin rehberliğine kendisi farketmese bile ihtiyaç duyar.İşte bu mefhum tam olarak bu noktada devreye girer.Sürecin ‘Nasıl’lığı ve bilime uygunluğu günümüz ilahiyat profesörlerinin gündem konusudur.Eğitimin diğer alt başlıkları gibi din eğitimi de ailede başlamalıdır ve bunu takriben okulda  zenginleştirilerek devam etmelidir.Bu süreçte din eğitimi olgusunun bilimle bağının koparılmaması hatta güçlendirilmesi gerekmektedir.Dini, bilimle açıklama bu şekilde öğretme konusu açıldığında din ve bilim mefhumları yanyana getirilmekten korkulmamalıdır.Zaten din eğitimi kavramının ta kendisi bizi ‘pozitif ve sosyal bilimler’e  itmektedir.Çünkü din eğitimi kendine has bir teknik ve anlatıyla öğretilmesi gerektiğinden fen ve sosyal bilimlerinin yanında bir bilim alanı olarak ortaya çıkmıştır.Bunu özele indirgeyecek olursak, İslam dininin kutsal kitabında konu ile ilgili 300 civarında ayet vardır.Sürekli olarak ‘Düşünmez misiniz?, Akletmez misiniz?’ gibi sorularla Kur’an insanın akıl dinamiğini diri tutmasını, irdelemesini, hikmete(doğru bilgiye) erişmenin adeta bir hayat vazifesi olduğunu telkin eder.Tüm bunların yanında İslam ile felsefe yan yana gelmez diyen din görevlilerini anlamak mümkün olmayan ayrı bir konudur.Ayrıca bilimsel metodu telkin eden 300 civarı ayetin yanında insanlığa bir model olarak gönderilen son peygamberin sözlerine bakacak olursak; Nebi ‘İlim ve hikmet müminin yitik malıdır.Onu nerede bulursa alır.(Tirmizi)’, ‘İki günü birbirine eşit olan ziyandadır(Ettergip)’ gibi sözleriyle ilmin önemini vurgulamaktadır.


         Din eğitimi gibi ilim dolu bir mefhum üzerinde uğraşılırken de bunun bireye yansımasının olumlu olması amacıyla olaya bilimsel yaklaşılması gerektiğini belirtmiştik.Geleneksel yöntemlerin aile içinde veya okul hayatında kullanılması bireyi aydınlatmadığı gibi kişiliğini de kısıtlamaktadır.---Örneğin İslam’ı yaşayan eski toplumların ‘kadın’ algısı hatalar içermekteydi.Onlar kadının görevlerini daima kadınlara daha sert bir şekilde uygulamış ve bazı kesimlerde kadın evde oturan bir hizmetçi bir köle algısıyla tanımlanmıştır.Bu toplulukların ‘aydın’ olan bazı kesimleri de buna karşı çıkıp bunun abartılı bir şekilde günümüzde dahi zıddını öne sürmüşlerdir.Bu ve buna benzer durumlar din eğitiminin geleneksel olarak anneden, babadan veya öğretmenden kalma öğütlerle veya tamamen kendi kafasıyla yorumlamadan dolayı ortaya çıkmıştır.Oysa İslam, erkeğe eşine nasıl davranması gerektiğini öğütlemiş hatta çalışma gibi zor bir sorumluluğu da kadın için şartlara bağlamıştır.İslam’ın kadına olan bu tutumu birtakım sosyolojik ve psikolojik durumları da beraberinde getirmektedir.Hal böyle olunca din eğitimi bilime mal edilip toplumlar bununla aydınlatılmalıdır ki birey eşine karşı daha nezaketli olsun ve ‘aydın’ kesim kadını gereksiz bir biçimde ön planda tutmasın.---Bu durum ‘çocuk’ örneği içinde geçerlidir.Toplumumuzun kafasında çocuk nereye çekersen oraya giden bir yapıya sahiptir ve genellikle aileler çocuklarına bu doğrultuda muamele yaparak bir şeyleri empoze etme çabasındadır.Bu tutumun psikolojik bazı sıkıntılara yol açabildiği günümüz örnekleriyle mevcuttur.Bu noktada psikoloji, çocuk gelişimi gibi bilim dallarının buna tutumu incelenmeli ve İslam’ın emrettiği bir şekilde çocuk üzerinde uygulanmalıdır.Tabi ki bu, çocuğu el üstünde tutma onu şımartma anlamına gelmemektedir.Böyle bir durumda ise ne yapılacağı yine o bilimsel uğraşılarda mevcuttur.


          İslam dünyasında ve ülkemizde din eğitimi alanı ne kadar önemsenmektedir?Bu konuda neler yapılmıştır, yapılmaktadır?İslam dünyasında din eğitimi aslında Kur’an’ın indirilmeye başlamasıyla başlamıştır.İndirilen vahyin yazılıp, okutulup, ezberlenmesi bir nevi eğitim faaliyetlerinin başı olarak kabul görebilir.Bu alanda mukaddes eserler ise 8. Yüzyıldan itibaren kaleme alınmıştır.Avrupa bundan birkaç asır sonra başlamış olsa bile bu alanda bizden daha ilerdedir.Çünkü Avrupa’da 19. Yüzyılın sonlarına doğru din eğitimimin bilimsel zemine oturtulması gerektiği farkedilmiş ve bu yönde adımlar atılmıştır.Bizde ise bu 1980’lerde gerçekleşmiştir.8. yüzyıldan itibaren girilen bu yolda İslam aleminde dini eğitimin yapılabilmesi için sırasıyla küttablar, mescidler ve medreseler İslam dininin insanlara aşılanışının temelini oluşturmuştur.Ülkemizde de bu eğitim kurumları varlığını sürdürmüştür.Ancak ülkemizde dini nitelikli eğitim kurumlarının yanında ‘modern’ anlamda eğitim kurumları açılınca bu da bu alanda çalışan intelijansiyayı yeni arayışlar içine itmiştir.Bu alanda yapılan işlerden biri önemli bir adım olarak Medreset’ül Eimme ve’l Huteba’nın açılmış olmasıdır.1913 yılında kurulan ve günümüz ‘İmam-Hatip Okulu’ adını ve niteliğini taşıyan bu okulun amacı İslam dininin medeniyetini ve faziletini tüm dünyaya anlatabilecek ehil insanlar yetiştirmek olarak belirlenmiştir.Sonraları ‘modern’ anlamda açılan Sıbyan mektepleri, Rüşdiye, İdadi ve Sultani adı verilen öğretim kurumlarında din eğitimi bir branş dersi olarak programa dahil olmuş ve okutulmuştur.Dikkat edilmesi gereken bir husus olarak geleneksel öğretim kurumlarında din merkezli bir öğretinin yanında pozitif ilimler de bilimsel çerçeveye dikkat edilerek verilmiştir.Ancak ‘modern’ anlamda açılan bu okullarda din eğitimi tek bir ders ile temsil edilerek eğitimin içerisinde bir branş pozisyonuna düşürülmüştür.1924 tarihinde Tevhid-i Tedrisat(Öğretim Birliği) kanununun yürürlüğe girmesiyle yeni düzenleme yapılmış ve din dersi merkez konumundan branş konumuna indikten sonra atılan bu adımla tamamen devre dışı bırakılmıştır.1939-49 yılları arasında din dersi olmadığı için temel bilgiler yüzeysel biçimde farklı branştaki derslere eklenmeye ve öğretilmeye çalışılmıştır.Bu durum sırasıyla 1949-56-67 yıllarında ilkokul, ortaokul ve liselerde kaldırılmış ve isteğe bağlı bir şekilde okutulmaya başlanmıştır.1982 yılına kadar isteğe bağlı olan bu ders o yıl içinde yapılan anayasa ile ilkokul 4. Sınıftan lise son sınıfa kadar zorunlu ders haline getirilmiştir.Günümüzde de geçerliliğini koruyan bu uygulamanın yanında imam hatip lise ve orta okulları yaygınlaştırılmıştır.İsteğe bağlı olarak okutulan bu kurumlar öğrencinin bir okula yönlendirilip otomatik kaydı yapıldıktan sonra öğrenci velisinin başvurusu ile imam hatip kurumlarına kaydı yapılabilmektedir.Sonraki adım olarak Cumhuriyetin ilk yıllarında atılan adımlara paralel olarak kurulan İlahiyat fakülteleri varlığını sürdürmektedir.Ayrıca Yüksek Öğretim Kurulu’nun 15 Ağustos 2013 yılındaki aldığı kararla İslami İlimler fakülteleri kurulmuş, İlahiyat programlarının teknik anlamda izlediği misyon buralara entegre edilmiştir.


         Sonuç olarak, ana hatlarıyla anlatılmaya çalışılan din ve eğitim mefhumları hem tanım aşamasında hem metod aşamasında sorunlar yaşamaktadır.Modern eğitimin getirdiği dini öğretim teknikleri ve bazı geleneksel kurumların-ve zihinlerin-  tetkik ettiği bilim dışı metod bu vecibenin hakkıyla yerine getirilmesinin önünde bir engeldir.Bunun tetkik sürecindeki tarihsel birtakım kuruluşlar ve bu kavramın bugün geldiği konum yukarıda görüldüğü gibidir.

Eylül 2015/ANKARA

5 Ağustos 2016 Cuma

                                   FİFTİ FİFTİ KARDEŞİM !
       

          Halil Turgut Özal…Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni o yılların ekonomi politikalarının kronikleşmiş karın ağrısı olan Komünist öğretilerden soyutlayan, ülkenin ufkunu açan bir devlet adamı.Türk devlet adamlarının yıllarca inkar ettiği Kürt ve Müslüman kimliklerini Türkiye toplumuna açmaktan çekinmeyen, uyguladığı iktisadi politikalarla 24 Ocak 1980’de bir devrimin mimarı olan ‘döneminin radikali’ bir devlet adamı.Devlet Planlama Teşkilatı(DPT)’na memur olarak girip, 1967’de aynı kuruma müsteşar olan Özal, ardından Bülent Ulusu(1980 darbe yönetimi) hükümeti döneminde ekonomiden sorumlu Başbakan yardımcılığı görevine getirilmiştir.Bu iki dönem arasında iktisadi birikimini defalarca kanıtlayan Özal, o yıllardan itibaren Türkiye ekonomisinde atılan adımların kanaat önderi olmuştur.
         
           1980’li yıllar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihine bakıldığında ekonomiye tamamen farklı bir yön verildiği bir dönemdir.Bu değişimi analiz edebilmek için ’80 Öncesi ve Sonrası’ başlığı altında değerlendirmek daha doğru bir inceleme fırsatı verecektir.

-80 Öncesi ve Sonrası
        

         Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu yıllarda serbest piyasaya-devletin ekonomiye doğrudan katılımını engelleyip, müteşebbislerin desteklenmesi- açılmayı denese de o dönemde savaştan çıkmış yoksul bir halka bunun uygulanması başarılı olmamıştır. Bu dönemden itibaren Türkiye, ‘İthal İkameci Kalkınma Politikası’nı izlemeye başlamıştır. Peki bu kavram nedir? İthalatı düşürerek ithaline ihtiyaç duyulan bir ürünü içeride üretip ihracatı artırmayı amaçlar. İlk bakışta hoş görülen bu kavram uygulamada -üretilecek o ürünün bileşenlerinin yine dışarıdan tedarik edilmesinden dolayı- başarılı olamaz. Daha sonraları dünyada oluşan ekonomik belirsizlik sebebiyle hükümet, ‘Devlet Eliyle Kalkınma’ politikasını uygun görür. Bu çerçevede Kamu İktisadi Teşebbüsleri(KİT) kurulur.1950’li yıllarda Türkiye, Menderes hükümeti ile bir dışa açılma sürecini yaşasa da başarılı olamaz. Ardından gelen 1960 askeri müdahalesinden sonra Türkiye yeniden ithal ikameye maruz kalmıştır.İthali ikame etme anlayışı yanlış öğrenilip milli menfaatlere değil de kişisel çıkarlara yönelik uygulandığından ötürü ülke bu süre içerisinde karaborsa cehennemine dönmüş, ekonomik olarak iflasa kadar gelmiş ve bir kaos ortamı oluşmuştur.Buraya kadar bahsedilen iktisadi kavramlar büyük ölçüde devlet desteklidir.Bu yüzden bu dönem ‘Komünist’ öğretilerin gölgesinde kaldığımızın göstergesidir.73 ve 78 yıllarında Dünya’da yaşanan petrol krizleri, 74 Kıbrıs Barış Harekatı ve sokak gösterilerinin de etkisi ile Türkiye, ekonomisini toparlamak için 24 Ocak kararlarını ardından sosyal düzeni toparlamak için 12 Eylül darbesini yaşamıştır.
         
        O dönemde devlet eliyle icra edilen ekonomiden rahatsız olan tek isim Özal değildir.Süleyman Demirel’in konu hakkındaki fikirleri Özal’dan çokta farklı değildir.79 senesinin sonlarında bir azınlık hükümeti kuran Demirel, Özal’ı Başbakan müsteşarı olarak görevlendirip tam yetki ile donatmış ve Özal’dan ekonomideki bu kaosu sonlandıracak bir kanun tasarısı istemiştir.Halk arasında ’24 Ocak Kararları’ diye bilinen istikrar paketi Özal ve ekibi tarafından hazırlanıp, Demirel hükümetine sunulmuş ve hayata geçirilmiştir.24 Ocak kararları Türkiye’nin bir ekonomik programı kapatıp başka bir ekonomik programı hayata geçirmesi hasebiyle önemlidir.Türkiye bu paketle Liberalleşme dönemine girmiştir.

24 Ocak İstikrar Paketi ve Olumlu-Olumsuz Sonuçları
         

         Malum sebeplerden ötürü açıklanan paket, makroekonomik açıdan Türkiye’nin içe kapanıklığını kırıp artık dışa açılma hedefini ve ihracata dayalı sanayileşme politikası güden maddeler içeriyordu.KİT’lerin verimliliğini kaybettiğini ve pasivize edilmesini içeren paket, devletin ekonomiden doğrudan müdahalesinin çekilip yerine müteşebbislerin desteklenmesini, dışa kapalılık nedeniyle oluşan döviz darboğazını aşmak için yabancı sermayenin ülkemize teşvik edilmesini, fiyat durumunun piyasadaki arz-talebe göre şekillenmesini-bir malın alıcısı çok ise satıcının onun fiyatına zam yapma durumu-, toplu iş sözleşmelerinde uygulanan yüksek ücret artışının enflasyona sebep olduğu gerekçesiyle fiyatla orantılı gitmesi gerektiğini ve faiz hadlerinin de piyasaya bırakılması gerektiğini temel olarak içermektedir.Kısacası Özal, Türkiye’yi gelişmiş ülkelerin politikalarına entegre etmeye çalışmıştır.Paket uygulamaya konulduktan sonra yıllık ortalama yüzde 5 gibi bir büyüme oranı gerçekleşmiş, Toplu Konut desteği, Sosyal Yardımlaşma gibi bütçe dışı fonlar açılmış, ve Kemal Sunal’ın filmlerinde gördüğümüz kuyruklar sona ermiştir.
       
         24 Ocak İstikrar Paketi Cumhuriyet tarihinin en radikal kararıdır.Tabii ki bu kararlar her daim istediği gibi gitmemiş ve gerek karar alınmasında gerekse uygulamada yapılan görmezden gelmeler ile bir kısım güçlenirken, bir kısım ezilmiştir.Örneğin, para, sermaye sahiplerinin elinde toplanmıştır.Böylece hem gelir adaletsizliği oluşmuştur hem de yüksek reel faizle beslenen sermaye grupları, hiçbir şey üretmeden yıllarca halkın sırtından faizle geçinmişlerdir.Bunlar olurken ithalatın önündeki engellerde kısıtlandığından ötürü ithalat gitgide artmıştır.Böylelikle dış ticaret açığı-ihracatın ithalatı karşılayamaması sonucu oluşan zarar- yeniden görülmeye başlanmıştır.
        
         Ayrıca, sosyal ve siyasi alanda İslami kimliğini koruyan Turgut Özal, iktisadi işlerine bunu yansıtmamıştır.İslam’da para bir ‘araç’tır, ‘mal’ değildir.Hem Kambiyo yoluyla hem de günlük hayatta ki serbestlik nedeniyle parayı ‘mal’ olarak kullanma yani faiz o dönemde çok yaygınlaşmıştır.İslam’da ne bunun ne de faiz kadar acımasız olan gelir adaletsizliği düzeninin yeri vardır.
       
         Her şeye rağmen Özal, getirdiği farklı bir bakış açısıyla ülkesini dünya ile tanıştırmış, sanayileşme sürecine ivme kazandırmış, halkını kıtlık kuyruklarından çıkarıp refaha kavuşturmuştur.Daha sonra Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulunan Özal, o döneme kadar asker kökenli soğuk yöneticiler yüzünden alışılagelmedik bir şekilde ‘Allah zenginleri sever’, ‘Benim memurum işini bilir(nasıl geçinecek sorusuna cevaben)’, ‘Fifti Fifti Kardeşim’ gibi unutulmayan sözleri ve samimi tavırlarıyla halkın gönlünde taht kurmayı başarmıştır.