17 Ağustos 2016 Çarşamba

MÜLTECİ NEDİR? DÜNYA LİTERATÜRÜNDEKİ ÇALIŞMALAR NELERDİR

11 Ağustos 2016 Perşembe

70'LER DÜNYA EKONOMİSİ 
    
Dönem dönem iniş çıkışlara sahne olan dünya ekonomisi 1970’li yılların başlangıcından itibaren daha ciddi bir dalgalanmaya sahne olmuştur.1970’lere 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan bir kalkınma ile giren dünyanın belirleyici ekonomileri, sonraları krizden dolayı durgunlaşmış bununla beraber birçok Gelişmekte Olan Ülkeler ve Az Gelişmiş Ülkeler de bu krizlerden ciddi biçimde etkilenmiştir.


1970’lerin dünya ekonomik trendi 1973 yılına kadar farklı bir seyirde, bu tarihten sonra farklı bir seyirde gitmiştir.1973 yılından öncesi ise temellerini 2. Dünya Savaşı’na dayandırmaktadır.Henüz bu savaş bitmeden, savaşın getirdiği felaketlerden iyi ders çıkaran Batılı devletler, ABD’nin öncülüğünde iktisadi ve siyasi örgütlenmeye gitmiştir.(OEEC/OECD*,BM) Bunlara daha sonra Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği (OPEC) de dahil olmuştur.2. Dünya Davaşı sonuna kadar birçok Gelişmiş Ülke sömürge faaliyetlerini sürdürdüğünden sanayi sektöründe reforma gidememiştir.Savaş bitiminde sömürgeyi bırakıp sanayileşme politikası güden birçok devlet altın çağını yaşamıştır.Bu sanayileşme politikasında strateji olarak birçok Gelişmiş Ülke ithal ikame politikalarını sistemine empoze etmiş, 1970’lere doğru da ihracata önem vermiştir.Sanayileşen gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan bir diğer faktör de, ekonomide devlet rolünün hızla artmasıdır.Bu artışta eğitim, sağlık gibi kamusal alanlarda yapılan harcamaların ve yapılan yol, baraj gibi külfet gerektiren altyapı çalışmalarının payı büyüktür.OECD ülkelerinde GSYİH** içinde devlet harcamalarının payı 10 puanlık bir artış göstererek 1973 yılında %40’lara dayanmıştır.Bu durum ise sonradan sanayileşmeyi tamamlayan güçlü ekonomileri bile enflasyona karşı hassas bir noktaya düşürmüştür.Ayrıca bu dönemde ekonomi üzerine teoriler değer görmüş İngiliz ekonomist John Maynard Keynes döneme damgasını vurmuştur.

En nihayetinde  1970’lerin başında sanayileşme göze çarpmakta, buna bağlı olarakta hizmet sektörünün ekonomideki payı genişlemekte, tarım ise gitgide değer kaybetmektedir.Sanayileşme sürecinde Kapitalizm ciddi rol alırken, ekonomik hamlelerde devlet payının artmasından dolayı Sosyalist kuramlarda etkili olmuştur.

1973 yılında ise bu gidişat ters yüz olmuş, öncesinin aksine dış borçlar, talep donukluğu, ödeme planında dengesizlikler oluşmuştur.Tabi bütün bunların kilit noktasında 1973 öncesi sanayileşme ile ekonominin merkezine oturan PETROL vardır.OPEC, 1973’lerin sonlarına doğru düzenlediği konferansta aldığı bir kararla petrol fiyatlarına %70 zam yapmıştır.Bu  karardan başta Az Gelişmiş Ülkeler olmak üzere birçok ülke olumsuz yönde etkilenmiştir.Sanayileşmiş Ülkeler bile petrol alımı güçleştiğinden ekonomileri durgunlaşmış, ham maddeye talepleri düşmüş ve dolayısıyla  Az Gelişmiş Ülkeler ve Gelişmekte Olan Ülkelerin ihracatında ciddi bir düşüşe sebep olmuştur.Bu sebeple ülkeler dış borçlanma yoluna gitmiş ve zamanla dış borcu, başka bir dış borçla kapatmaya çalıştıklarından ötürü  ödeme dengesinde ciddi açıklar meydana gelmiştir.Bu dengeyi iyi ayarlayan bazı Gelişmekte Olan Ülkeler ise ihracata yönelik politikalara uyum sağlamış ve ithal ikame politikalarıyla süreci atlatmaya çalışmıştır.Ancak ithal ikame politikaları yanlış hükümetlerle birleşince 1970’ler bu ülkelere de dış borçlanma getirmiştir.


Petrol fiyatlarındaki bu ani artış ülkelerin bankacılık sistemlerini de vurmuştur.%70’lik zamla beraber Bretton Woods’un sabit kur sitemi*** çökmüş ve küresel anlamda GSYİH’nin çeyrek yıllık dönemlerde arka arkaya negatif büyümesine neden olmuştur.Bu çöküşle beraber ülkeler IMF’nin desteğiyle bu krizi atlatmaya çalışmışlardır.IMF krizin aşılması adına bu ülkelere yapısal uyum programları hazırlamıştır.Bir bakıma emperyalist politikalar güden bu programlar bilhassa Gelişmekte Olan Ülkelerden kamu harcamalarını kısması, serbest piyasa ekonomisine geçmesi, parasının değerini düşürmesi gibi birtakım isteklerde bulunmuştur.Dış borç servislerinin uygulanamaması ise 1980’lerde bir uluslararası kriz halini almıştır.


1974-75 yılları dünyanın önde gelen ekonomileri için bir buhran dönemi olmuştur.Bu ülkelerin satın alma kapasitesi neredeyse yok olmuş dolayısıyla bu alt kısımlara da ciddi şekilde yansımıştır.OPEC ülkeleri ise satın alma kapasitesini gitgide arttırmıştır.

Bu gelişmeler devam ederken 1979  yılında bir petrol krizi daha yaşanmıştır.Böylece petrol ithalatçısı Gelişmekte Olan Ülkelerin dış borçları daha da derinleşmiş, uluslararası enflasyon artmıştır.Uluslararası enflasyona karşı Sanayileşmiş Ülkeler birtakım politikalar izlemiş ve yükselen fiyatları çıkarları leyhine çevirmeye çalışmışlardır.Bu gibi gelişmelerin sonucunda dünya ticaret hacmi daralmış ve dış ticaret sınırları Gelişmekte Olan Ülkeler aleyhine dönmüştür.Güney Kore gibi ülkeler ihracat politikaları izleyip, yeniden yapılandırmalara başvurmuştur.Dünyadaki büyük ekonomilerin yoğun gayretlerine rağmen 1973 ve 1979’da petrolle başlayan ekonomik kriz, Sanayileşmiş Ülkeler ve Gelişmiş Ülkeler üzerinde ciddi durgunluğa sebep olmuş, Gelişmekte Olan Ülkeleri dış borç batağına sürüklemiş, potansiyeli olmayan Az Gelişmiş Ülkelere de ciddi darbe vurmuştur.1980’lere gelindiğinde ülkeler bünyelerinde tasarruf programı oluşturup petrolü daha tutumlu kullanmaya başlamışlardır.Böylece petrole talep normalleşmiş ve petrol fiyatları normal seyrine dönmüştür.Bu dalgalanmadan tabi ki her ülke aynı ölçüde etkilenmemiştir.OPEC ülkeleri fiyatlardaki ani yükselişle yüklü miktarda kar sağlamışlardır.


Görüldüğü gibi 1970’lerde dünya ekonomisinde sanayileşme önem kazandığından petrol büyük bir rol oynamakta, ekonomik sistemlerde belirleyici bir etken olmaktadır.1970’lere sanayileşmiş ülkelerin gelişme yarışı içinde giren dünya 1973 ve 1979 ekonomik krizleriyle sarsılmış, genel anlamda kazanılan ivme yavaşlamış, hatta bazı ülkeler için yok olup negatif yönde bir eğilim göstermiştir.

Şubat 2015/ANKARA


*Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü
**Gayri Safi Yurtiçi Hasıla
***Ayarlanabilir Sabit Kura Dayalı Uluslararası Bir Para Sistemi

7 Ağustos 2016 Pazar



                                                                              DİN EĞİTİMİ

          Mevcut olan bütün varlıklarla doğaya salınan insan, zaman içinde çoğalmış ve bireysel değerlerle sınıflandırılamayacak bir hal almıştır.Kalabalıklaşan insan olgusunun birey sınırlarını çatlattığı ve artık kültür toplulukları kurmaya başladığı görülmüştür.Hal böyle olunca bu toplulukların herhangi bir karışıklığa meydan vermeden düzen içinde yaşaması ihtiyacı hasıl olmuş ve bu ihtiyaca cevaben ‘eğitim’ denen olgu biraz da insanın yaradılışından dolayı kendiliğinden var olup, zamanla toplumların bilinçlendirilmesi için sistematik bir zemine oturtulmuştur.Ortaya çıkışı insanlık tarihi kadar eski olan bu olgu bir bakıma insanın içinde olan merak, öğrenme ve öğretme muhtevasının ortaya çıkış şeklidir.


         Tarih boyunca insanlar oluşturdukları kültürü edindikleri tecrübeleri kendinden sonra gelen insanlara aktarmışlardır.Buradaki kültür kavramının içi oldukça geniştir ve genellikle yaradılışı gereği muhakkak ki bir şeye inanmaya eğilimli olan insanın dini inançları çevresinde şekillenmiştir.İnsan inandığı değerlerle bir yaşayış biçimi ortaya koymuş zamanla bunu evirip çevirip düzene sokmuş ve bunu bir sisteme oturtmuştur.İlk medeniyetlerde insanın doğal bir merak duygusundan kaynaklı sorgulayışı ve doğaötesi kavramları yorumlamaya çalışmasıyla bir ‘Tanrı’ gerçekliği anlaşılmış olup ona tabiiyet hissi insan zihninde etkin olmuştur.Böylece medeniyetler bu gerçeğin çerçevesinde gelişip günümüze ulaşmıştır.Yani kısacası din bu noktada son derece belirleyicidir.Peki toplumların yaşayışlarına bu derece nüfuz etmiş olan bu kavram nedir?Din kavramı kelime anlamıyla yorumlanmaya çalışıldığında daima tam anlamıyla bir fikir birliğine varılamamakta ve yapılan yorumlar farklı bir bakış açısı kazandırmaktan öteye geçememektedir.Bu yorumlara bakıldığında bir bakıma yorumu yapan kişinin teslimiyeti de büyük bir etkendir.Zira dini, yaşam tarzına oturtmuş ve kusursuz bir biçimde yaşamaya çalışan ile ona ayak uydurmaya çalışan veya onu hayatına hiç katmayan şahsiyetlerin tanımının birbirlerine olan uyumsuzluğu göze çarpacak bir durumdur.Lakin bilimsel açıdan bakılacak ve genel bir değerlendirme yapacak olursak din, bireyin dünyadaki yaşayışı boyunca karşılacağı hemen tüm konularda bireye rehber  olarak sunulmuştur.Semavi dinlerin veya insan zihniyle üretilmiş dinlerin hemen hepsi bireyin iç ve dış dünyası hakkında bir yönlendirici niteliği taşımış ve ona daima iyiyi, doğru olanı telkin etmiştir.İnsan, kendisine doğruyu telkin eden bu mefhumu alıp hayatının merkezine oturtmuş ve bunun çevresinde yaşamıştır.Bu noktada insanın bir yaratıcının varlığına ilişkin beyninde var ettiği tahayyüllerin payı büyüktür.


          Bir mefhumun anlamının farkına tam anlamıyla varılabilmesi için o mefhumu oluşturan kelimelerin anlamları irdelenmelidir.’Din Eğitimi’nin ‘Ne’liği hakkında net bir fikir birliğine varılması çok zordur.Çünkü onu oluşturan kavramların karşılığı kişiden kişiye göre değişmektedir.Din ve Eğitim kavramları üzerinde net bir tutuma varılamasa da ana hatlarıyla anlatılan gibidir ve bir araya geldikleri ‘Din Eğitimi’ olgusu tezahür etmektedir.Nüfusu arttıkça ‘insan’ sayısının azaldığı günümüz dünyasında birey din eğitimine eskiden olduğundan daha muhtaçtır.Kendi başına aciz bir kul olan insan sürekli birilerinin rehberliğine kendisi farketmese bile ihtiyaç duyar.İşte bu mefhum tam olarak bu noktada devreye girer.Sürecin ‘Nasıl’lığı ve bilime uygunluğu günümüz ilahiyat profesörlerinin gündem konusudur.Eğitimin diğer alt başlıkları gibi din eğitimi de ailede başlamalıdır ve bunu takriben okulda  zenginleştirilerek devam etmelidir.Bu süreçte din eğitimi olgusunun bilimle bağının koparılmaması hatta güçlendirilmesi gerekmektedir.Dini, bilimle açıklama bu şekilde öğretme konusu açıldığında din ve bilim mefhumları yanyana getirilmekten korkulmamalıdır.Zaten din eğitimi kavramının ta kendisi bizi ‘pozitif ve sosyal bilimler’e  itmektedir.Çünkü din eğitimi kendine has bir teknik ve anlatıyla öğretilmesi gerektiğinden fen ve sosyal bilimlerinin yanında bir bilim alanı olarak ortaya çıkmıştır.Bunu özele indirgeyecek olursak, İslam dininin kutsal kitabında konu ile ilgili 300 civarında ayet vardır.Sürekli olarak ‘Düşünmez misiniz?, Akletmez misiniz?’ gibi sorularla Kur’an insanın akıl dinamiğini diri tutmasını, irdelemesini, hikmete(doğru bilgiye) erişmenin adeta bir hayat vazifesi olduğunu telkin eder.Tüm bunların yanında İslam ile felsefe yan yana gelmez diyen din görevlilerini anlamak mümkün olmayan ayrı bir konudur.Ayrıca bilimsel metodu telkin eden 300 civarı ayetin yanında insanlığa bir model olarak gönderilen son peygamberin sözlerine bakacak olursak; Nebi ‘İlim ve hikmet müminin yitik malıdır.Onu nerede bulursa alır.(Tirmizi)’, ‘İki günü birbirine eşit olan ziyandadır(Ettergip)’ gibi sözleriyle ilmin önemini vurgulamaktadır.


         Din eğitimi gibi ilim dolu bir mefhum üzerinde uğraşılırken de bunun bireye yansımasının olumlu olması amacıyla olaya bilimsel yaklaşılması gerektiğini belirtmiştik.Geleneksel yöntemlerin aile içinde veya okul hayatında kullanılması bireyi aydınlatmadığı gibi kişiliğini de kısıtlamaktadır.---Örneğin İslam’ı yaşayan eski toplumların ‘kadın’ algısı hatalar içermekteydi.Onlar kadının görevlerini daima kadınlara daha sert bir şekilde uygulamış ve bazı kesimlerde kadın evde oturan bir hizmetçi bir köle algısıyla tanımlanmıştır.Bu toplulukların ‘aydın’ olan bazı kesimleri de buna karşı çıkıp bunun abartılı bir şekilde günümüzde dahi zıddını öne sürmüşlerdir.Bu ve buna benzer durumlar din eğitiminin geleneksel olarak anneden, babadan veya öğretmenden kalma öğütlerle veya tamamen kendi kafasıyla yorumlamadan dolayı ortaya çıkmıştır.Oysa İslam, erkeğe eşine nasıl davranması gerektiğini öğütlemiş hatta çalışma gibi zor bir sorumluluğu da kadın için şartlara bağlamıştır.İslam’ın kadına olan bu tutumu birtakım sosyolojik ve psikolojik durumları da beraberinde getirmektedir.Hal böyle olunca din eğitimi bilime mal edilip toplumlar bununla aydınlatılmalıdır ki birey eşine karşı daha nezaketli olsun ve ‘aydın’ kesim kadını gereksiz bir biçimde ön planda tutmasın.---Bu durum ‘çocuk’ örneği içinde geçerlidir.Toplumumuzun kafasında çocuk nereye çekersen oraya giden bir yapıya sahiptir ve genellikle aileler çocuklarına bu doğrultuda muamele yaparak bir şeyleri empoze etme çabasındadır.Bu tutumun psikolojik bazı sıkıntılara yol açabildiği günümüz örnekleriyle mevcuttur.Bu noktada psikoloji, çocuk gelişimi gibi bilim dallarının buna tutumu incelenmeli ve İslam’ın emrettiği bir şekilde çocuk üzerinde uygulanmalıdır.Tabi ki bu, çocuğu el üstünde tutma onu şımartma anlamına gelmemektedir.Böyle bir durumda ise ne yapılacağı yine o bilimsel uğraşılarda mevcuttur.


          İslam dünyasında ve ülkemizde din eğitimi alanı ne kadar önemsenmektedir?Bu konuda neler yapılmıştır, yapılmaktadır?İslam dünyasında din eğitimi aslında Kur’an’ın indirilmeye başlamasıyla başlamıştır.İndirilen vahyin yazılıp, okutulup, ezberlenmesi bir nevi eğitim faaliyetlerinin başı olarak kabul görebilir.Bu alanda mukaddes eserler ise 8. Yüzyıldan itibaren kaleme alınmıştır.Avrupa bundan birkaç asır sonra başlamış olsa bile bu alanda bizden daha ilerdedir.Çünkü Avrupa’da 19. Yüzyılın sonlarına doğru din eğitimimin bilimsel zemine oturtulması gerektiği farkedilmiş ve bu yönde adımlar atılmıştır.Bizde ise bu 1980’lerde gerçekleşmiştir.8. yüzyıldan itibaren girilen bu yolda İslam aleminde dini eğitimin yapılabilmesi için sırasıyla küttablar, mescidler ve medreseler İslam dininin insanlara aşılanışının temelini oluşturmuştur.Ülkemizde de bu eğitim kurumları varlığını sürdürmüştür.Ancak ülkemizde dini nitelikli eğitim kurumlarının yanında ‘modern’ anlamda eğitim kurumları açılınca bu da bu alanda çalışan intelijansiyayı yeni arayışlar içine itmiştir.Bu alanda yapılan işlerden biri önemli bir adım olarak Medreset’ül Eimme ve’l Huteba’nın açılmış olmasıdır.1913 yılında kurulan ve günümüz ‘İmam-Hatip Okulu’ adını ve niteliğini taşıyan bu okulun amacı İslam dininin medeniyetini ve faziletini tüm dünyaya anlatabilecek ehil insanlar yetiştirmek olarak belirlenmiştir.Sonraları ‘modern’ anlamda açılan Sıbyan mektepleri, Rüşdiye, İdadi ve Sultani adı verilen öğretim kurumlarında din eğitimi bir branş dersi olarak programa dahil olmuş ve okutulmuştur.Dikkat edilmesi gereken bir husus olarak geleneksel öğretim kurumlarında din merkezli bir öğretinin yanında pozitif ilimler de bilimsel çerçeveye dikkat edilerek verilmiştir.Ancak ‘modern’ anlamda açılan bu okullarda din eğitimi tek bir ders ile temsil edilerek eğitimin içerisinde bir branş pozisyonuna düşürülmüştür.1924 tarihinde Tevhid-i Tedrisat(Öğretim Birliği) kanununun yürürlüğe girmesiyle yeni düzenleme yapılmış ve din dersi merkez konumundan branş konumuna indikten sonra atılan bu adımla tamamen devre dışı bırakılmıştır.1939-49 yılları arasında din dersi olmadığı için temel bilgiler yüzeysel biçimde farklı branştaki derslere eklenmeye ve öğretilmeye çalışılmıştır.Bu durum sırasıyla 1949-56-67 yıllarında ilkokul, ortaokul ve liselerde kaldırılmış ve isteğe bağlı bir şekilde okutulmaya başlanmıştır.1982 yılına kadar isteğe bağlı olan bu ders o yıl içinde yapılan anayasa ile ilkokul 4. Sınıftan lise son sınıfa kadar zorunlu ders haline getirilmiştir.Günümüzde de geçerliliğini koruyan bu uygulamanın yanında imam hatip lise ve orta okulları yaygınlaştırılmıştır.İsteğe bağlı olarak okutulan bu kurumlar öğrencinin bir okula yönlendirilip otomatik kaydı yapıldıktan sonra öğrenci velisinin başvurusu ile imam hatip kurumlarına kaydı yapılabilmektedir.Sonraki adım olarak Cumhuriyetin ilk yıllarında atılan adımlara paralel olarak kurulan İlahiyat fakülteleri varlığını sürdürmektedir.Ayrıca Yüksek Öğretim Kurulu’nun 15 Ağustos 2013 yılındaki aldığı kararla İslami İlimler fakülteleri kurulmuş, İlahiyat programlarının teknik anlamda izlediği misyon buralara entegre edilmiştir.


         Sonuç olarak, ana hatlarıyla anlatılmaya çalışılan din ve eğitim mefhumları hem tanım aşamasında hem metod aşamasında sorunlar yaşamaktadır.Modern eğitimin getirdiği dini öğretim teknikleri ve bazı geleneksel kurumların-ve zihinlerin-  tetkik ettiği bilim dışı metod bu vecibenin hakkıyla yerine getirilmesinin önünde bir engeldir.Bunun tetkik sürecindeki tarihsel birtakım kuruluşlar ve bu kavramın bugün geldiği konum yukarıda görüldüğü gibidir.

Eylül 2015/ANKARA

5 Ağustos 2016 Cuma

                                   FİFTİ FİFTİ KARDEŞİM !
       

          Halil Turgut Özal…Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni o yılların ekonomi politikalarının kronikleşmiş karın ağrısı olan Komünist öğretilerden soyutlayan, ülkenin ufkunu açan bir devlet adamı.Türk devlet adamlarının yıllarca inkar ettiği Kürt ve Müslüman kimliklerini Türkiye toplumuna açmaktan çekinmeyen, uyguladığı iktisadi politikalarla 24 Ocak 1980’de bir devrimin mimarı olan ‘döneminin radikali’ bir devlet adamı.Devlet Planlama Teşkilatı(DPT)’na memur olarak girip, 1967’de aynı kuruma müsteşar olan Özal, ardından Bülent Ulusu(1980 darbe yönetimi) hükümeti döneminde ekonomiden sorumlu Başbakan yardımcılığı görevine getirilmiştir.Bu iki dönem arasında iktisadi birikimini defalarca kanıtlayan Özal, o yıllardan itibaren Türkiye ekonomisinde atılan adımların kanaat önderi olmuştur.
         
           1980’li yıllar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihine bakıldığında ekonomiye tamamen farklı bir yön verildiği bir dönemdir.Bu değişimi analiz edebilmek için ’80 Öncesi ve Sonrası’ başlığı altında değerlendirmek daha doğru bir inceleme fırsatı verecektir.

-80 Öncesi ve Sonrası
        

         Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu yıllarda serbest piyasaya-devletin ekonomiye doğrudan katılımını engelleyip, müteşebbislerin desteklenmesi- açılmayı denese de o dönemde savaştan çıkmış yoksul bir halka bunun uygulanması başarılı olmamıştır. Bu dönemden itibaren Türkiye, ‘İthal İkameci Kalkınma Politikası’nı izlemeye başlamıştır. Peki bu kavram nedir? İthalatı düşürerek ithaline ihtiyaç duyulan bir ürünü içeride üretip ihracatı artırmayı amaçlar. İlk bakışta hoş görülen bu kavram uygulamada -üretilecek o ürünün bileşenlerinin yine dışarıdan tedarik edilmesinden dolayı- başarılı olamaz. Daha sonraları dünyada oluşan ekonomik belirsizlik sebebiyle hükümet, ‘Devlet Eliyle Kalkınma’ politikasını uygun görür. Bu çerçevede Kamu İktisadi Teşebbüsleri(KİT) kurulur.1950’li yıllarda Türkiye, Menderes hükümeti ile bir dışa açılma sürecini yaşasa da başarılı olamaz. Ardından gelen 1960 askeri müdahalesinden sonra Türkiye yeniden ithal ikameye maruz kalmıştır.İthali ikame etme anlayışı yanlış öğrenilip milli menfaatlere değil de kişisel çıkarlara yönelik uygulandığından ötürü ülke bu süre içerisinde karaborsa cehennemine dönmüş, ekonomik olarak iflasa kadar gelmiş ve bir kaos ortamı oluşmuştur.Buraya kadar bahsedilen iktisadi kavramlar büyük ölçüde devlet desteklidir.Bu yüzden bu dönem ‘Komünist’ öğretilerin gölgesinde kaldığımızın göstergesidir.73 ve 78 yıllarında Dünya’da yaşanan petrol krizleri, 74 Kıbrıs Barış Harekatı ve sokak gösterilerinin de etkisi ile Türkiye, ekonomisini toparlamak için 24 Ocak kararlarını ardından sosyal düzeni toparlamak için 12 Eylül darbesini yaşamıştır.
         
        O dönemde devlet eliyle icra edilen ekonomiden rahatsız olan tek isim Özal değildir.Süleyman Demirel’in konu hakkındaki fikirleri Özal’dan çokta farklı değildir.79 senesinin sonlarında bir azınlık hükümeti kuran Demirel, Özal’ı Başbakan müsteşarı olarak görevlendirip tam yetki ile donatmış ve Özal’dan ekonomideki bu kaosu sonlandıracak bir kanun tasarısı istemiştir.Halk arasında ’24 Ocak Kararları’ diye bilinen istikrar paketi Özal ve ekibi tarafından hazırlanıp, Demirel hükümetine sunulmuş ve hayata geçirilmiştir.24 Ocak kararları Türkiye’nin bir ekonomik programı kapatıp başka bir ekonomik programı hayata geçirmesi hasebiyle önemlidir.Türkiye bu paketle Liberalleşme dönemine girmiştir.

24 Ocak İstikrar Paketi ve Olumlu-Olumsuz Sonuçları
         

         Malum sebeplerden ötürü açıklanan paket, makroekonomik açıdan Türkiye’nin içe kapanıklığını kırıp artık dışa açılma hedefini ve ihracata dayalı sanayileşme politikası güden maddeler içeriyordu.KİT’lerin verimliliğini kaybettiğini ve pasivize edilmesini içeren paket, devletin ekonomiden doğrudan müdahalesinin çekilip yerine müteşebbislerin desteklenmesini, dışa kapalılık nedeniyle oluşan döviz darboğazını aşmak için yabancı sermayenin ülkemize teşvik edilmesini, fiyat durumunun piyasadaki arz-talebe göre şekillenmesini-bir malın alıcısı çok ise satıcının onun fiyatına zam yapma durumu-, toplu iş sözleşmelerinde uygulanan yüksek ücret artışının enflasyona sebep olduğu gerekçesiyle fiyatla orantılı gitmesi gerektiğini ve faiz hadlerinin de piyasaya bırakılması gerektiğini temel olarak içermektedir.Kısacası Özal, Türkiye’yi gelişmiş ülkelerin politikalarına entegre etmeye çalışmıştır.Paket uygulamaya konulduktan sonra yıllık ortalama yüzde 5 gibi bir büyüme oranı gerçekleşmiş, Toplu Konut desteği, Sosyal Yardımlaşma gibi bütçe dışı fonlar açılmış, ve Kemal Sunal’ın filmlerinde gördüğümüz kuyruklar sona ermiştir.
       
         24 Ocak İstikrar Paketi Cumhuriyet tarihinin en radikal kararıdır.Tabii ki bu kararlar her daim istediği gibi gitmemiş ve gerek karar alınmasında gerekse uygulamada yapılan görmezden gelmeler ile bir kısım güçlenirken, bir kısım ezilmiştir.Örneğin, para, sermaye sahiplerinin elinde toplanmıştır.Böylece hem gelir adaletsizliği oluşmuştur hem de yüksek reel faizle beslenen sermaye grupları, hiçbir şey üretmeden yıllarca halkın sırtından faizle geçinmişlerdir.Bunlar olurken ithalatın önündeki engellerde kısıtlandığından ötürü ithalat gitgide artmıştır.Böylelikle dış ticaret açığı-ihracatın ithalatı karşılayamaması sonucu oluşan zarar- yeniden görülmeye başlanmıştır.
        
         Ayrıca, sosyal ve siyasi alanda İslami kimliğini koruyan Turgut Özal, iktisadi işlerine bunu yansıtmamıştır.İslam’da para bir ‘araç’tır, ‘mal’ değildir.Hem Kambiyo yoluyla hem de günlük hayatta ki serbestlik nedeniyle parayı ‘mal’ olarak kullanma yani faiz o dönemde çok yaygınlaşmıştır.İslam’da ne bunun ne de faiz kadar acımasız olan gelir adaletsizliği düzeninin yeri vardır.
       
         Her şeye rağmen Özal, getirdiği farklı bir bakış açısıyla ülkesini dünya ile tanıştırmış, sanayileşme sürecine ivme kazandırmış, halkını kıtlık kuyruklarından çıkarıp refaha kavuşturmuştur.Daha sonra Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulunan Özal, o döneme kadar asker kökenli soğuk yöneticiler yüzünden alışılagelmedik bir şekilde ‘Allah zenginleri sever’, ‘Benim memurum işini bilir(nasıl geçinecek sorusuna cevaben)’, ‘Fifti Fifti Kardeşim’ gibi unutulmayan sözleri ve samimi tavırlarıyla halkın gönlünde taht kurmayı başarmıştır.