MÜLTECİ NEDİR? DÜNYA LİTERATÜRÜNDEKİ ÇALIŞMALAR NELERDİR
17 Ağustos 2016 Çarşamba
11 Ağustos 2016 Perşembe
70'LER DÜNYA EKONOMİSİ
Dönem dönem iniş çıkışlara sahne olan dünya ekonomisi 1970’li yılların
başlangıcından itibaren daha ciddi bir dalgalanmaya sahne olmuştur.1970’lere 2.
Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan bir kalkınma ile giren dünyanın belirleyici
ekonomileri, sonraları krizden dolayı durgunlaşmış bununla beraber birçok Gelişmekte Olan Ülkeler ve Az Gelişmiş Ülkeler de bu krizlerden ciddi
biçimde etkilenmiştir.
1970’lerin dünya ekonomik trendi 1973 yılına
kadar farklı bir seyirde, bu tarihten sonra farklı bir seyirde gitmiştir.1973
yılından öncesi ise temellerini 2. Dünya Savaşı’na dayandırmaktadır.Henüz bu
savaş bitmeden, savaşın getirdiği felaketlerden iyi ders çıkaran Batılı
devletler, ABD’nin öncülüğünde iktisadi ve siyasi örgütlenmeye gitmiştir.(OEEC/OECD*,BM) Bunlara
daha sonra Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği (OPEC) de dahil olmuştur.2. Dünya
Davaşı sonuna kadar birçok Gelişmiş Ülke sömürge faaliyetlerini
sürdürdüğünden sanayi sektöründe reforma gidememiştir.Savaş bitiminde sömürgeyi
bırakıp sanayileşme politikası güden birçok devlet altın çağını yaşamıştır.Bu
sanayileşme politikasında strateji olarak birçok Gelişmiş Ülke ithal ikame politikalarını sistemine
empoze etmiş, 1970’lere doğru da ihracata önem vermiştir.Sanayileşen gelişmiş
ülkelerde ortaya çıkan bir diğer faktör de, ekonomide devlet rolünün hızla
artmasıdır.Bu artışta eğitim, sağlık gibi kamusal alanlarda yapılan
harcamaların ve yapılan yol, baraj gibi külfet gerektiren altyapı
çalışmalarının payı büyüktür.OECD ülkelerinde GSYİH** içinde devlet harcamalarının payı 10 puanlık bir artış göstererek
1973 yılında %40’lara dayanmıştır.Bu durum ise sonradan sanayileşmeyi
tamamlayan güçlü ekonomileri bile enflasyona karşı hassas bir noktaya
düşürmüştür.Ayrıca bu dönemde ekonomi üzerine teoriler değer görmüş İngiliz
ekonomist John Maynard Keynes döneme damgasını vurmuştur.
En nihayetinde 1970’lerin başında
sanayileşme göze çarpmakta, buna bağlı olarakta hizmet sektörünün ekonomideki
payı genişlemekte, tarım ise gitgide değer kaybetmektedir.Sanayileşme sürecinde Kapitalizm ciddi rol alırken, ekonomik hamlelerde devlet payının artmasından dolayı Sosyalist kuramlarda etkili olmuştur.
1973 yılında ise bu gidişat ters yüz
olmuş, öncesinin aksine dış borçlar, talep donukluğu, ödeme planında
dengesizlikler oluşmuştur.Tabi bütün bunların kilit noktasında 1973 öncesi
sanayileşme ile ekonominin merkezine oturan PETROL vardır.OPEC, 1973’lerin
sonlarına doğru düzenlediği konferansta aldığı bir kararla petrol fiyatlarına
%70 zam yapmıştır.Bu karardan başta Az Gelişmiş Ülkeler olmak üzere birçok ülke olumsuz yönde etkilenmiştir.Sanayileşmiş Ülkeler bile petrol alımı güçleştiğinden ekonomileri durgunlaşmış, ham maddeye
talepleri düşmüş ve dolayısıyla Az Gelişmiş Ülkeler ve
Gelişmekte Olan Ülkelerin ihracatında ciddi bir düşüşe sebep olmuştur.Bu sebeple ülkeler dış
borçlanma yoluna gitmiş ve zamanla dış borcu, başka bir dış borçla kapatmaya
çalıştıklarından ötürü ödeme dengesinde
ciddi açıklar meydana gelmiştir.Bu dengeyi iyi ayarlayan bazı Gelişmekte Olan Ülkeler ise ihracata
yönelik politikalara uyum sağlamış ve ithal ikame politikalarıyla süreci
atlatmaya çalışmıştır.Ancak ithal ikame politikaları yanlış hükümetlerle
birleşince 1970’ler bu ülkelere de dış borçlanma getirmiştir.
Petrol fiyatlarındaki bu ani artış ülkelerin bankacılık sistemlerini de
vurmuştur.%70’lik zamla beraber Bretton Woods’un sabit kur sitemi*** çökmüş ve küresel anlamda GSYİH’nin çeyrek
yıllık dönemlerde arka arkaya negatif büyümesine neden olmuştur.Bu çöküşle
beraber ülkeler IMF’nin desteğiyle bu krizi atlatmaya çalışmışlardır.IMF krizin
aşılması adına bu ülkelere yapısal uyum programları hazırlamıştır.Bir bakıma emperyalist politikalar güden bu programlar bilhassa Gelişmekte Olan Ülkelerden kamu harcamalarını kısması, serbest piyasa
ekonomisine geçmesi, parasının değerini düşürmesi gibi birtakım isteklerde
bulunmuştur.Dış borç servislerinin uygulanamaması ise 1980’lerde bir
uluslararası kriz halini almıştır.
1974-75 yılları dünyanın önde gelen ekonomileri için bir buhran dönemi
olmuştur.Bu ülkelerin satın alma kapasitesi neredeyse yok olmuş dolayısıyla bu
alt kısımlara da ciddi şekilde yansımıştır.OPEC ülkeleri ise satın alma
kapasitesini gitgide arttırmıştır.
Bu gelişmeler devam ederken 1979 yılında bir petrol krizi daha yaşanmıştır.Böylece
petrol ithalatçısı Gelişmekte Olan Ülkelerin dış borçları daha da derinleşmiş, uluslararası
enflasyon artmıştır.Uluslararası enflasyona karşı Sanayileşmiş Ülkeler birtakım politikalar
izlemiş ve yükselen fiyatları çıkarları leyhine çevirmeye çalışmışlardır.Bu gibi
gelişmelerin sonucunda dünya ticaret hacmi daralmış ve dış ticaret sınırları
Gelişmekte Olan Ülkeler aleyhine dönmüştür.Güney Kore gibi ülkeler ihracat politikaları izleyip,
yeniden yapılandırmalara başvurmuştur.Dünyadaki büyük ekonomilerin yoğun
gayretlerine rağmen 1973 ve 1979’da petrolle başlayan ekonomik kriz, Sanayileşmiş Ülkeler ve Gelişmiş Ülkeler üzerinde ciddi durgunluğa sebep olmuş, Gelişmekte Olan Ülkeleri dış borç batağına sürüklemiş,
potansiyeli olmayan Az Gelişmiş Ülkelere de ciddi darbe vurmuştur.1980’lere gelindiğinde
ülkeler bünyelerinde tasarruf programı oluşturup petrolü daha tutumlu
kullanmaya başlamışlardır.Böylece petrole talep normalleşmiş ve petrol
fiyatları normal seyrine dönmüştür.Bu dalgalanmadan tabi ki her ülke aynı
ölçüde etkilenmemiştir.OPEC ülkeleri fiyatlardaki ani yükselişle yüklü miktarda
kar sağlamışlardır.
Görüldüğü gibi 1970’lerde dünya ekonomisinde sanayileşme önem
kazandığından petrol büyük bir rol oynamakta, ekonomik sistemlerde belirleyici
bir etken olmaktadır.1970’lere sanayileşmiş ülkelerin gelişme yarışı içinde
giren dünya 1973 ve 1979 ekonomik krizleriyle sarsılmış, genel anlamda
kazanılan ivme yavaşlamış, hatta bazı ülkeler için yok olup negatif yönde bir
eğilim göstermiştir.
Şubat 2015/ANKARA
*Ekonomik
Kalkınma ve İşbirliği Örgütü
**Gayri Safi Yurtiçi Hasıla
***Ayarlanabilir Sabit Kura Dayalı Uluslararası Bir Para Sistemi
7 Ağustos 2016 Pazar
DİN EĞİTİMİ
Mevcut olan bütün varlıklarla doğaya
salınan insan, zaman içinde çoğalmış ve bireysel değerlerle
sınıflandırılamayacak bir hal almıştır.Kalabalıklaşan insan olgusunun birey
sınırlarını çatlattığı ve artık kültür toplulukları kurmaya başladığı görülmüştür.Hal
böyle olunca bu toplulukların herhangi bir karışıklığa meydan vermeden düzen
içinde yaşaması ihtiyacı hasıl olmuş ve bu ihtiyaca cevaben ‘eğitim’ denen olgu
biraz da insanın yaradılışından dolayı kendiliğinden var olup, zamanla
toplumların bilinçlendirilmesi için sistematik bir zemine oturtulmuştur.Ortaya
çıkışı insanlık tarihi kadar eski olan bu olgu bir bakıma insanın içinde olan
merak, öğrenme ve öğretme muhtevasının ortaya çıkış şeklidir.
Tarih boyunca insanlar oluşturdukları
kültürü edindikleri tecrübeleri kendinden sonra gelen insanlara
aktarmışlardır.Buradaki kültür kavramının içi oldukça geniştir ve genellikle
yaradılışı gereği muhakkak ki bir şeye inanmaya eğilimli olan insanın dini
inançları çevresinde şekillenmiştir.İnsan inandığı değerlerle bir yaşayış
biçimi ortaya koymuş zamanla bunu evirip çevirip düzene sokmuş ve bunu bir
sisteme oturtmuştur.İlk medeniyetlerde insanın doğal bir merak duygusundan
kaynaklı sorgulayışı ve doğaötesi kavramları yorumlamaya çalışmasıyla bir
‘Tanrı’ gerçekliği anlaşılmış olup ona tabiiyet hissi insan zihninde etkin
olmuştur.Böylece medeniyetler bu gerçeğin çerçevesinde gelişip günümüze
ulaşmıştır.Yani kısacası din bu noktada son derece belirleyicidir.Peki
toplumların yaşayışlarına bu derece nüfuz etmiş olan bu kavram nedir?Din
kavramı kelime anlamıyla yorumlanmaya çalışıldığında daima tam anlamıyla bir
fikir birliğine varılamamakta ve yapılan yorumlar farklı bir bakış açısı
kazandırmaktan öteye geçememektedir.Bu yorumlara bakıldığında bir bakıma yorumu
yapan kişinin teslimiyeti de büyük bir etkendir.Zira dini, yaşam tarzına
oturtmuş ve kusursuz bir biçimde yaşamaya çalışan ile ona ayak uydurmaya
çalışan veya onu hayatına hiç katmayan şahsiyetlerin tanımının birbirlerine
olan uyumsuzluğu göze çarpacak bir durumdur.Lakin bilimsel açıdan bakılacak ve
genel bir değerlendirme yapacak olursak din, bireyin dünyadaki yaşayışı boyunca
karşılacağı hemen tüm konularda bireye rehber
olarak sunulmuştur.Semavi dinlerin veya insan zihniyle üretilmiş dinlerin
hemen hepsi bireyin iç ve dış dünyası hakkında bir yönlendirici niteliği
taşımış ve ona daima iyiyi, doğru olanı telkin etmiştir.İnsan, kendisine
doğruyu telkin eden bu mefhumu alıp hayatının merkezine oturtmuş ve bunun
çevresinde yaşamıştır.Bu noktada insanın bir yaratıcının varlığına ilişkin
beyninde var ettiği tahayyüllerin payı büyüktür.
Bir mefhumun anlamının farkına tam
anlamıyla varılabilmesi için o mefhumu oluşturan kelimelerin anlamları
irdelenmelidir.’Din Eğitimi’nin ‘Ne’liği hakkında net bir fikir birliğine
varılması çok zordur.Çünkü onu oluşturan kavramların karşılığı kişiden kişiye
göre değişmektedir.Din ve Eğitim kavramları üzerinde net bir tutuma varılamasa
da ana hatlarıyla anlatılan gibidir ve bir araya geldikleri ‘Din Eğitimi’
olgusu tezahür etmektedir.Nüfusu arttıkça ‘insan’ sayısının azaldığı günümüz
dünyasında birey din eğitimine eskiden olduğundan daha muhtaçtır.Kendi başına
aciz bir kul olan insan sürekli birilerinin rehberliğine kendisi farketmese
bile ihtiyaç duyar.İşte bu mefhum tam olarak bu noktada devreye girer.Sürecin
‘Nasıl’lığı ve bilime uygunluğu günümüz ilahiyat profesörlerinin gündem
konusudur.Eğitimin diğer alt başlıkları gibi din eğitimi de ailede başlamalıdır
ve bunu takriben okulda
zenginleştirilerek devam etmelidir.Bu süreçte din eğitimi olgusunun
bilimle bağının koparılmaması hatta güçlendirilmesi gerekmektedir.Dini, bilimle
açıklama bu şekilde öğretme konusu açıldığında din ve bilim mefhumları yanyana
getirilmekten korkulmamalıdır.Zaten din eğitimi kavramının ta kendisi bizi
‘pozitif ve sosyal bilimler’e itmektedir.Çünkü din eğitimi kendine has bir
teknik ve anlatıyla öğretilmesi gerektiğinden fen ve sosyal bilimlerinin
yanında bir bilim alanı olarak ortaya çıkmıştır.Bunu özele indirgeyecek olursak,
İslam dininin kutsal kitabında konu ile ilgili 300 civarında ayet
vardır.Sürekli olarak ‘Düşünmez misiniz?, Akletmez misiniz?’ gibi sorularla Kur’an
insanın akıl dinamiğini diri tutmasını, irdelemesini, hikmete(doğru bilgiye)
erişmenin adeta bir hayat vazifesi olduğunu telkin eder.Tüm bunların yanında
İslam ile felsefe yan yana gelmez diyen din görevlilerini anlamak mümkün
olmayan ayrı bir konudur.Ayrıca bilimsel metodu telkin eden 300 civarı ayetin
yanında insanlığa bir model olarak gönderilen son peygamberin sözlerine bakacak
olursak; Nebi ‘İlim ve hikmet müminin yitik malıdır.Onu nerede bulursa alır.(Tirmizi)’,
‘İki günü birbirine eşit olan ziyandadır(Ettergip)’ gibi sözleriyle ilmin
önemini vurgulamaktadır.
Din
eğitimi gibi ilim dolu bir mefhum üzerinde uğraşılırken de bunun bireye
yansımasının olumlu olması amacıyla olaya bilimsel yaklaşılması gerektiğini
belirtmiştik.Geleneksel yöntemlerin aile içinde veya okul hayatında
kullanılması bireyi aydınlatmadığı gibi kişiliğini de kısıtlamaktadır.---Örneğin
İslam’ı yaşayan eski toplumların ‘kadın’ algısı hatalar içermekteydi.Onlar
kadının görevlerini daima kadınlara daha sert bir şekilde uygulamış ve bazı
kesimlerde kadın evde oturan bir hizmetçi bir köle algısıyla tanımlanmıştır.Bu
toplulukların ‘aydın’ olan bazı kesimleri de buna karşı çıkıp bunun abartılı
bir şekilde günümüzde dahi zıddını öne sürmüşlerdir.Bu ve buna benzer durumlar
din eğitiminin geleneksel olarak anneden, babadan veya öğretmenden kalma
öğütlerle veya tamamen kendi kafasıyla yorumlamadan dolayı ortaya
çıkmıştır.Oysa İslam, erkeğe eşine nasıl davranması gerektiğini öğütlemiş hatta
çalışma gibi zor bir sorumluluğu da kadın için şartlara bağlamıştır.İslam’ın
kadına olan bu tutumu birtakım sosyolojik ve psikolojik durumları da beraberinde
getirmektedir.Hal böyle olunca din eğitimi bilime mal edilip toplumlar bununla
aydınlatılmalıdır ki birey eşine karşı daha nezaketli olsun ve ‘aydın’ kesim
kadını gereksiz bir biçimde ön planda tutmasın.---Bu durum ‘çocuk’ örneği
içinde geçerlidir.Toplumumuzun kafasında çocuk nereye çekersen oraya giden bir
yapıya sahiptir ve genellikle aileler çocuklarına bu doğrultuda muamele yaparak
bir şeyleri empoze etme çabasındadır.Bu tutumun psikolojik bazı sıkıntılara yol
açabildiği günümüz örnekleriyle mevcuttur.Bu noktada psikoloji, çocuk gelişimi
gibi bilim dallarının buna tutumu incelenmeli ve İslam’ın emrettiği bir şekilde
çocuk üzerinde uygulanmalıdır.Tabi ki bu, çocuğu el üstünde tutma onu şımartma
anlamına gelmemektedir.Böyle bir durumda ise ne yapılacağı yine o bilimsel
uğraşılarda mevcuttur.
İslam dünyasında ve ülkemizde din
eğitimi alanı ne kadar önemsenmektedir?Bu konuda neler yapılmıştır,
yapılmaktadır?İslam dünyasında din eğitimi aslında Kur’an’ın indirilmeye
başlamasıyla başlamıştır.İndirilen vahyin yazılıp, okutulup, ezberlenmesi bir
nevi eğitim faaliyetlerinin başı olarak kabul görebilir.Bu alanda mukaddes
eserler ise 8. Yüzyıldan itibaren kaleme alınmıştır.Avrupa bundan birkaç asır
sonra başlamış olsa bile bu alanda bizden daha ilerdedir.Çünkü Avrupa’da 19.
Yüzyılın sonlarına doğru din eğitimimin bilimsel zemine oturtulması gerektiği
farkedilmiş ve bu yönde adımlar atılmıştır.Bizde ise bu 1980’lerde
gerçekleşmiştir.8. yüzyıldan itibaren girilen bu yolda İslam aleminde dini
eğitimin yapılabilmesi için sırasıyla küttablar, mescidler ve medreseler İslam
dininin insanlara aşılanışının temelini oluşturmuştur.Ülkemizde de bu eğitim
kurumları varlığını sürdürmüştür.Ancak ülkemizde dini nitelikli eğitim
kurumlarının yanında ‘modern’ anlamda eğitim kurumları açılınca bu da bu alanda
çalışan intelijansiyayı yeni arayışlar içine itmiştir.Bu alanda yapılan işlerden
biri önemli bir adım olarak Medreset’ül Eimme ve’l Huteba’nın açılmış
olmasıdır.1913 yılında kurulan ve günümüz ‘İmam-Hatip Okulu’ adını ve
niteliğini taşıyan bu okulun amacı İslam dininin medeniyetini ve faziletini tüm
dünyaya anlatabilecek ehil insanlar yetiştirmek olarak belirlenmiştir.Sonraları
‘modern’ anlamda açılan Sıbyan mektepleri, Rüşdiye, İdadi ve Sultani adı
verilen öğretim kurumlarında din eğitimi bir branş dersi olarak programa dahil
olmuş ve okutulmuştur.Dikkat edilmesi gereken bir husus olarak geleneksel
öğretim kurumlarında din merkezli bir öğretinin yanında pozitif ilimler de
bilimsel çerçeveye dikkat edilerek verilmiştir.Ancak ‘modern’ anlamda açılan bu
okullarda din eğitimi tek bir ders ile temsil edilerek eğitimin içerisinde bir
branş pozisyonuna düşürülmüştür.1924 tarihinde Tevhid-i Tedrisat(Öğretim
Birliği) kanununun yürürlüğe girmesiyle yeni düzenleme yapılmış ve din dersi
merkez konumundan branş konumuna indikten sonra atılan bu adımla tamamen devre
dışı bırakılmıştır.1939-49 yılları arasında din dersi olmadığı için temel
bilgiler yüzeysel biçimde farklı branştaki derslere eklenmeye ve öğretilmeye
çalışılmıştır.Bu durum sırasıyla 1949-56-67 yıllarında ilkokul, ortaokul ve
liselerde kaldırılmış ve isteğe bağlı bir şekilde okutulmaya başlanmıştır.1982
yılına kadar isteğe bağlı olan bu ders o yıl içinde yapılan anayasa ile ilkokul
4. Sınıftan lise son sınıfa kadar zorunlu ders haline getirilmiştir.Günümüzde
de geçerliliğini koruyan bu uygulamanın yanında imam hatip lise ve orta
okulları yaygınlaştırılmıştır.İsteğe bağlı olarak okutulan bu kurumlar
öğrencinin bir okula yönlendirilip otomatik kaydı yapıldıktan sonra öğrenci
velisinin başvurusu ile imam hatip kurumlarına kaydı yapılabilmektedir.Sonraki
adım olarak Cumhuriyetin ilk yıllarında atılan adımlara paralel olarak kurulan
İlahiyat fakülteleri varlığını sürdürmektedir.Ayrıca Yüksek Öğretim Kurulu’nun
15 Ağustos 2013 yılındaki aldığı kararla İslami İlimler fakülteleri kurulmuş,
İlahiyat programlarının teknik anlamda izlediği misyon buralara entegre
edilmiştir.
Sonuç olarak, ana hatlarıyla
anlatılmaya çalışılan din ve eğitim mefhumları hem tanım aşamasında hem metod
aşamasında sorunlar yaşamaktadır.Modern eğitimin getirdiği dini öğretim
teknikleri ve bazı geleneksel kurumların-ve zihinlerin- tetkik ettiği bilim dışı metod bu vecibenin
hakkıyla yerine getirilmesinin önünde bir engeldir.Bunun tetkik sürecindeki
tarihsel birtakım kuruluşlar ve bu kavramın bugün geldiği konum yukarıda
görüldüğü gibidir.
Eylül 2015/ANKARA
5 Ağustos 2016 Cuma
FİFTİ FİFTİ KARDEŞİM !
Halil Turgut Özal…Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni o yılların ekonomi politikalarının kronikleşmiş karın ağrısı olan Komünist öğretilerden soyutlayan, ülkenin ufkunu açan bir devlet adamı.Türk devlet adamlarının yıllarca inkar ettiği Kürt ve Müslüman kimliklerini Türkiye toplumuna açmaktan çekinmeyen, uyguladığı iktisadi politikalarla 24 Ocak 1980’de bir devrimin mimarı olan ‘döneminin radikali’ bir devlet adamı.Devlet Planlama Teşkilatı(DPT)’na memur olarak girip, 1967’de aynı kuruma müsteşar olan Özal, ardından Bülent Ulusu(1980 darbe yönetimi) hükümeti döneminde ekonomiden sorumlu Başbakan yardımcılığı görevine getirilmiştir.Bu iki dönem arasında iktisadi birikimini defalarca kanıtlayan Özal, o yıllardan itibaren Türkiye ekonomisinde atılan adımların kanaat önderi olmuştur.
1980’li yıllar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihine bakıldığında ekonomiye tamamen farklı bir yön verildiği bir dönemdir.Bu değişimi analiz edebilmek için ’80 Öncesi ve Sonrası’ başlığı altında değerlendirmek daha doğru bir inceleme fırsatı verecektir.
-80 Öncesi ve Sonrası
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu yıllarda serbest piyasaya-devletin ekonomiye doğrudan katılımını engelleyip, müteşebbislerin desteklenmesi- açılmayı denese de o dönemde savaştan çıkmış yoksul bir halka bunun uygulanması başarılı olmamıştır. Bu dönemden itibaren Türkiye, ‘İthal İkameci Kalkınma Politikası’nı izlemeye başlamıştır. Peki bu kavram nedir? İthalatı düşürerek ithaline ihtiyaç duyulan bir ürünü içeride üretip ihracatı artırmayı amaçlar. İlk bakışta hoş görülen bu kavram uygulamada -üretilecek o ürünün bileşenlerinin yine dışarıdan tedarik edilmesinden dolayı- başarılı olamaz. Daha sonraları dünyada oluşan ekonomik belirsizlik sebebiyle hükümet, ‘Devlet Eliyle Kalkınma’ politikasını uygun görür. Bu çerçevede Kamu İktisadi Teşebbüsleri(KİT) kurulur.1950’li yıllarda Türkiye, Menderes hükümeti ile bir dışa açılma sürecini yaşasa da başarılı olamaz. Ardından gelen 1960 askeri müdahalesinden sonra Türkiye yeniden ithal ikameye maruz kalmıştır.İthali ikame etme anlayışı yanlış öğrenilip milli menfaatlere değil de kişisel çıkarlara yönelik uygulandığından ötürü ülke bu süre içerisinde karaborsa cehennemine dönmüş, ekonomik olarak iflasa kadar gelmiş ve bir kaos ortamı oluşmuştur.Buraya kadar bahsedilen iktisadi kavramlar büyük ölçüde devlet desteklidir.Bu yüzden bu dönem ‘Komünist’ öğretilerin gölgesinde kaldığımızın göstergesidir.73 ve 78 yıllarında Dünya’da yaşanan petrol krizleri, 74 Kıbrıs Barış Harekatı ve sokak gösterilerinin de etkisi ile Türkiye, ekonomisini toparlamak için 24 Ocak kararlarını ardından sosyal düzeni toparlamak için 12 Eylül darbesini yaşamıştır.
O dönemde devlet eliyle icra edilen ekonomiden rahatsız olan tek isim Özal değildir.Süleyman Demirel’in konu hakkındaki fikirleri Özal’dan çokta farklı değildir.79 senesinin sonlarında bir azınlık hükümeti kuran Demirel, Özal’ı Başbakan müsteşarı olarak görevlendirip tam yetki ile donatmış ve Özal’dan ekonomideki bu kaosu sonlandıracak bir kanun tasarısı istemiştir.Halk arasında ’24 Ocak Kararları’ diye bilinen istikrar paketi Özal ve ekibi tarafından hazırlanıp, Demirel hükümetine sunulmuş ve hayata geçirilmiştir.24 Ocak kararları Türkiye’nin bir ekonomik programı kapatıp başka bir ekonomik programı hayata geçirmesi hasebiyle önemlidir.Türkiye bu paketle Liberalleşme dönemine girmiştir.
24 Ocak İstikrar Paketi ve Olumlu-Olumsuz Sonuçları
Malum sebeplerden ötürü açıklanan paket, makroekonomik açıdan Türkiye’nin içe kapanıklığını kırıp artık dışa açılma hedefini ve ihracata dayalı sanayileşme politikası güden maddeler içeriyordu.KİT’lerin verimliliğini kaybettiğini ve pasivize edilmesini içeren paket, devletin ekonomiden doğrudan müdahalesinin çekilip yerine müteşebbislerin desteklenmesini, dışa kapalılık nedeniyle oluşan döviz darboğazını aşmak için yabancı sermayenin ülkemize teşvik edilmesini, fiyat durumunun piyasadaki arz-talebe göre şekillenmesini-bir malın alıcısı çok ise satıcının onun fiyatına zam yapma durumu-, toplu iş sözleşmelerinde uygulanan yüksek ücret artışının enflasyona sebep olduğu gerekçesiyle fiyatla orantılı gitmesi gerektiğini ve faiz hadlerinin de piyasaya bırakılması gerektiğini temel olarak içermektedir.Kısacası Özal, Türkiye’yi gelişmiş ülkelerin politikalarına entegre etmeye çalışmıştır.Paket uygulamaya konulduktan sonra yıllık ortalama yüzde 5 gibi bir büyüme oranı gerçekleşmiş, Toplu Konut desteği, Sosyal Yardımlaşma gibi bütçe dışı fonlar açılmış, ve Kemal Sunal’ın filmlerinde gördüğümüz kuyruklar sona ermiştir.
24 Ocak İstikrar Paketi Cumhuriyet tarihinin en radikal kararıdır.Tabii ki bu kararlar her daim istediği gibi gitmemiş ve gerek karar alınmasında gerekse uygulamada yapılan görmezden gelmeler ile bir kısım güçlenirken, bir kısım ezilmiştir.Örneğin, para, sermaye sahiplerinin elinde toplanmıştır.Böylece hem gelir adaletsizliği oluşmuştur hem de yüksek reel faizle beslenen sermaye grupları, hiçbir şey üretmeden yıllarca halkın sırtından faizle geçinmişlerdir.Bunlar olurken ithalatın önündeki engellerde kısıtlandığından ötürü ithalat gitgide artmıştır.Böylelikle dış ticaret açığı-ihracatın ithalatı karşılayamaması sonucu oluşan zarar- yeniden görülmeye başlanmıştır.
Ayrıca, sosyal ve siyasi alanda İslami kimliğini koruyan Turgut Özal, iktisadi işlerine bunu yansıtmamıştır.İslam’da para bir ‘araç’tır, ‘mal’ değildir.Hem Kambiyo yoluyla hem de günlük hayatta ki serbestlik nedeniyle parayı ‘mal’ olarak kullanma yani faiz o dönemde çok yaygınlaşmıştır.İslam’da ne bunun ne de faiz kadar acımasız olan gelir adaletsizliği düzeninin yeri vardır.
Her şeye rağmen Özal, getirdiği farklı bir bakış açısıyla ülkesini dünya ile tanıştırmış, sanayileşme sürecine ivme kazandırmış, halkını kıtlık kuyruklarından çıkarıp refaha kavuşturmuştur.Daha sonra Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulunan Özal, o döneme kadar asker kökenli soğuk yöneticiler yüzünden alışılagelmedik bir şekilde ‘Allah zenginleri sever’, ‘Benim memurum işini bilir(nasıl geçinecek sorusuna cevaben)’, ‘Fifti Fifti Kardeşim’ gibi unutulmayan sözleri ve samimi tavırlarıyla halkın gönlünde taht kurmayı başarmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)